top of page

Tasarımcılar ile Röportajlar #9: Yusuf Özerdem

Tasarım meraklıları, tasarımcılar ve tasarım savunucuları!




Hepiniz ‘Tasarımcılar ile Röportajlar’ diyalog platformumuza okuyucu veya isterseniz katılımcı olarak davetlisiniz! Sizin de bizim gibi kaliteli mekân uygulamalarına dair ortak dertleriniz varsa bu seri için en az bizim kadar heyecanlanacağınızı düşünüyoruz!


Tasarımcılar ile Röportajlar serisi, adamızda içmimarlık, mimarlık, tasarım ve benzeri mesleklerle uğraşan kişilerin hikâyelerini dinlemek ve sizlerle de paylaşmak için güzel bir fırsat sunuyor. Onların ofislerine, çalışma alanlarına gidiyoruz, bir kahve eşliğinde çalışmaları, yaşamları ve gelecekleri hakkında konuşuyoruz.






Jasmine Dinand (JD): Birinci sorumuz, mesleki geçmişinizden bahseder misin? Bugüne nasıl geldin? Yani böyle gerçekten, bu konuya çocukluğundan girebilirsin.


Yusuf Özerdem (YÖ): Tamam. Zaten konuya çocukluğumdan girmek zorundayım çünkü ben mimarlığın ne olduğunu öğrendiğimde 6 yaşımdaydım ve annem ile babama ‘’ben mimar olmak istiyorum’’ dedim. Tabi ki bu deyişime çocuğumuz binaları gördü, normaldir şeklinde yaklaştılar. 6 yaşımın da öncesinde, 2 yaşlarındayken Lego ile tanıştığım andan itibaren tek oyuncağım Lego oldu. Yıllar içinde, ortaokula gelene kadar, sadece Lego oynadım. Dediğim gibi ilkokul 5’te kararımı vermiştim. Ailem de her zaman arkamda oldu. Bu kararımı yıllar içerisinde bir değil, iki değil birçok kere söylediğimin çok farkındaydılar. Ortaokul, liseye başladığımda bilgisayar ile tanıştım. Bilgisayarda herkesin oynadığı ve bildiği Sims adlı oyunu çok oynadım. Oyunda herkes evini yapıyor, insanları yönetiyordu. Ben sadece ev yapıyordum. Hala daha hatırlıyorum, oyunda bir para şifresi vardı. O şifreyi de girdiğim zaman kimse beni tutamıyordu 😊. Klasik evler, modern evler, mansiyonlar, her çeşit ev yapmayı deneyimledim.


Ailemde örnek alabileceğim, sektörden biri veya bir mimar hiç yoktu. Babam doktordu. Dayılarım hırdavatçıydı (Yusuf Paralik Ltd.) ama malzemeciydiler. İşin yaratıcılık, mimarlık veya mühendislik tarafında değildiler. Çocukken onların yanına gidiyordum. Orada çalışıyordum. Malzemeleri tanıyordum. Cam kesiyor, matkap satıyordum. Yine de meslek seçimimde orada çalışmaktan etkilendiğimi düşünmüyorum. Liseye başladığımda mimar olmaya odaklandım. Üniversite konusuna ise hiç odaklanmadım. İlk etapta GCE bölümünde başlayıp, daha sonra ÖSS’de devam ettim. İki bölümde de başarılı olamadım. Vasat bir öğrenciydim. ÖSS sınavına girip başarısız olduktan sonra annem bana gelip ‘’mimar olmak istiyorsan üniversiteye gitmen gerekiyor. Liseden mezun olduğun zaman mimar olamazsın, okuman gerekiyor. Aklını başına topla ya da marangoz ol, heykeltıraş ol veya ressam ol’’ dedi.


O yılın haziran ayında ÖSS sonuçları açıklandıktan sonra, Eylül’e kadar 3 ay boyuna odamdan hiç çıkmadım. Sadece dershaneye gittim. Kendi kendimi cezalandırıyordum. Klimayı açmıyordum. Vantilatörü bile açmıyordum. Annem odama geliyor, yemeğimi koyuyor ve bana vantilatörü de o açıyordu. Bu süreçte Doğu Akdeniz Üniversitesi sınavına hazırlanıyordum. Sonuç olarak da DAÜ’ye dereceli bir şekilde girdim. Derecemin şu anda kaç olduğunu hatırlamıyorum ama dereceli bir şekilde girdiğimi hatırlıyorum.


Üniversite ile birlikte aydınlanma sürecim başlamış oldu. İnanılmaz güzel hocalar ile tanıştım. En başta Münevver Hoca, Fevzi Hoca, Hıfsiye Pulhan, Türkan Ulusuğraz, Guita Farivarsadri, Özgür Dinçyürek. İçmimarlıkta Banu Hoca ve Uğur Ulaş Dağlı… Tüm bu hocalarım ve daha birçoğu beni gerçekten çok güzel yönlendirdiler. Mimarlık, okuyup bitirdikten ve diplomanızı aldıktan sonra kazanabileceğiniz bir meslek veya unvan değil. Mimarlık okuduğunuz süre boyunca çok iyi yönlendirilmelisiniz ve ben gerçekten de güzel yönlendirildiğimi düşünüyorum.


Dördüncü sınıfta geldiğimde temelim daha da sağlamlaştı. Son sınıfta sürdürülebilir mimarlık diye bir dersimiz vardı. Hocamız Naciye Doratlı’ydı. İlk derste hocamız konuyu bize anlattıktan sonra ders bitiminde ben koşarak arkasından gittim. Hocam ‘’ben anlamadım’’ dedim. Çünkü bu konuyu ilk defa duyuyordum. Bana orada konuyu tekrardan biraz daha açıkladı. Sürdürülebilirlik konusunu o gün ilk defa duymama rağmen çok ilgimi çekti. Sonradan bu alanda kendim de araştırmalar yaptım.


Bölüm ikincisi olarak mezun olduktan sonra, ailemin de verdiği motivasyon ile, yüksek lisansım için bu alanda çalışmalar yapmayı düşünmeye başladım. Üniversiteleri araştırmaya giriştim. 2008 yılında, Londra’da London Metropolitan Üniversitesi’nde Architecture, Energy and Sustainability bölümünü buldum. Bir yandan büyülenmiş bir haldeydim bir yandan da korkuyordum. Mimarlıktan mezun olduktan sonra kolayca devam edebileceğim bir bölüm, örneğin MA of Architecture gibi, tercih edebilirdim. Bulduğum bu bölüm ise Master of Science idi. 4 yıl boyunca lisans programım boyunca maketler ile uğraştıktan sonra, yüksek lisansımda da bir yıl boyunca yazılı dersler ve tez yazmakla uğraştım. Anlayacağınız korkumu bir kenara bıraktım ve yüksek lisansımı bir yılda tamamladım.


Ardından Kıbrıs’a geri döndüm. Dönüşümden sonra 3-4 ay boyunca zamanımı kafamı toparlamaya ve ne yapacağımı düşünmeye harcadım diyebilirim. Kafamda bir sürü sorular vardı. Kendi ofisimi açmayı düşünürken bir yandan da bunu yapmanın kolay olmadığının çok farkındaydım. Sonuçta bakkal açmayı düşünmüyordum! Ofisinizi açıp, oturup iş gelsin diye bekleyemezsiniz. Yeni mezun olduğum için kimsenin bana güvenemeyeceğinin bilincindeydim. Londra’ya da geri dönmek istemiyordum. Orada yaşarsam mutlu olabileceğimi düşünmüyordum.


İstanbul’u araştırmaya başladım. İnternette karşıma Has Mimarlık çıktı. Burası Doğan Hasol ve eşi Hayzuran Hasol’un kurduğu bir ofisti. Yaptığım ilk araştırmalarla onları köklü, büyük işler yapan ve ekolojik projelerde de yer alan bir ekip olarak tanıdım. Örneğin, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin kampüsünün içerisinde Eko Yapı isimli bir projeleri var. Web sayfalarında araştırma yaparken herhangi bir mimar ihtiyaçları olduğuna dair bir içerik göremedim. Yine de eposta yoluyla onlarla iletişime geçtim. Mailimde onları araştırdığımı, projelerini çok beğendiğimi, Türkiye’nin başka hiçbir yerinde böyle projeler görmediğimi ve ihtiyaçları olması durumunda eğitim geçmişimi ve bana nasıl ulaşabileceklerini yazdım. Bir hafta sonra mailime cevap aldım. Bana yarın gelin görüşelim dediler. Ben de onlara Kıbrıs’ta olduğumu, gelebileceğimi ama bir sonraki günün bilet alma işlemlerinden dolayı benim için daha uygun olacağını yazdım. Kabul ettiler. Hazırlandım, gittim. Sabah saatlerinde mülakata girdim. Mülakatımı Doğan Bey ve Hayzuran Hanım’ın kızı Ayşe Hanım yaptı. 15-20 dakika süren mülakat sonrası bana kabul edildin denildi. O an tabi ki şok geçirdim. Annemi aradım, durumu anlattım. Bana ‘’tamam oğlum, hayırlısı olsun, gel eşyalarını al’’ dedi. Aynen öyle yaptım. Eşyalarımı topladım ve İstanbul’a gittim. Deneme sürem boyunca bir arkadaşımın evinde kaldım. Her şey yolunda ilerledi. Orada, 2009-2013 tarihleri arasında toplamda 4 yıl boyunca çalıştım.


JD: Nasıl bir deneyimdi? Nasıl bir ortam vardı Has Mimarlık’ta?


YÖ: Üniversite sonrası eğitimimin devam ettiğini hissettiğim ve gerçekten de piyasaya hazırlanmamı sağlayan bir program gibiydi. Yani benim için doktora gibi bir şeydi diyebilirim. Kendimi toplamda 9 yıllık bir eğitimden çıkmış gibi sayıyorum 😊. Oradayken çok fazla şey gördüm ve öğrendim. İlk Eko Yapı diyerek gittim. Orada çalıştım, daha sonra o devam etmedi, gökdelen projesi geldi, orada çalıştım… Sonra o bittikten sonra ofis sıkıştı, banka şubesi projesi aldık, şubenin içmimari projesini çözdük, yerleşim planlarını çıkardık. Sonra, Katar’da yapılacak bir hastane projesi geldi. Orada çalıştık. ING Bankası’nın Kahramanmaraş’taki genel merkez bina projesi geldi, onu yaptık. En son çalıştığım proje Boğaziçi Üniversitesi, Bilgi İşlem binasıydı. Onun tasarım ve konsept çalışmalarını ben yaptım. Normalde tüm tasarımları Hayzuran Hanım yapıyordu. Ayşe Hanım da gençleri de işin tasarım kısmına dahil edelim diye bir öneri getirdi. Bu vesile ile bu proje için ofis içinde seçilen 3-4 kişi arasında bir yarışma düzenlendi. Bize 1 hafta gibi bir süre verdiler, projeyi anlattılar ve bir konsept yaratmamızı istediler. Seçilen konsept ile de yürüyeceklerini söylediler. Sonuç olarak benim konseptim seçildi. Aynı şekilde işveren de benim konseptimi seçtiği için kendimi çifte oy almış gibi sayıyorum 😊.


2013’te adaya geri dönüş yaptım. DAÜ’de yaklaşık bir buçuk sene boyunca yarı zamanlı çalıştım, orada dersler verdim. Korman Construction’da Girne Belediye Binası’nın şantiyesinde danışman olarak çalıştım. Binanın mimarı Ali Yapıcıoğlu, sürdürülebilir bir bina tasarladığı için, müteahhit firma tarafından bu projede denetim bölümünde çalışmaya uygun görüldüm. Sonraki 1 yıllık süreçte de Tunç Adanır’ın ofisinde çalıştım. Tüm bu çalışmalar da aslında benim eğitim sürecimin devamı gibiydi. Bu deneyimlerim sayesinde de artık Kıbrıs ile ilgili her şeyi öğrendiğimi hissettim. Her şeyi derken şunları demek istiyorum, örneğin prosedürler, başvuru süreçleri, şehircilik, belediye, mimarlar odası… gibi. Bu süreç de 2014-2015’e tekabül ediyor. 2015’ten itibaren de kendimi tamamen münferit (freelance) mimar olarak tanımlamaya başladım.



JD: Kıbrıs’a dönüşün ile birlikte, senin buraya adaptasyon sürecin başladı, o süreci biraz daha anlatabilir misin?


YÖ: Evet. Kolay değildi. Her şeyim bir anda değişti. Evim değişti, annemlerin yanına taşındım. Sosyal çevrem değişti. Başka bir sosyal çevreye girdim. Eski sosyal çevreme geri döndüm… Günlük rutinlerim değişti… Her şey değişti. Artı yaptığım iş değişti. İş yerim değişti, ölçek değişti. Az önce bahsettiğim bir buçuk yıllık süreç tüm taşları yerine oturtmama yaradı diyebilirim. Bu süreçte tabi ki de doğru insanlardan akıl almam ve onların beni yönlendirmesi de benim için çok önemli ve yararlı oldu.

Yarı zamanlı akademisyenlik yaptığım dönem örneğin, çok keyifliydi. Çok çok keyifliydi. İnşaat ve tasarım derslerini verdim. Ekoloji ve sürdürülebilirlik dersini vermedim. Onun hocası vardı. İnşaat daha çok mühendisliğe yakın bir konu olduğu için ondan çok keyif almıyordum ama tasarım derslerini verirken çok keyif alıyordum. Bu arada da arka planda kendi kendime akademiye devam etmek istiyor muyum diye sorgulamalar yapıyordum. Bir diğer yandan haftada bir veya iki gün de belediye binasına gidiyordum. Tunç Adanır ile çalışmaya başlamam da şöyle oldu: önceden tanışıklığımız vesilesi ile bir gün beni yanına çağırdı ve bana ‘’akademisyen mi olmak istiyorsun?’’ diye sordu. Ben de bilmiyorum, şimdilik keyif alıyorum diye cevap verdim. O da bana ‘’sen piyasa adamısın, senin piyasada olman gerektiğine inanıyorum’’ dedi. İkisinin birlikte yürüyüp yürüyemeyeceğini sorguladığımda da bana bunun mümkün olabileceğini fakat şimdi değil de belki 40 veya 50 yaşlarından sonra olabileceğini anlatan şeyler söyledi. Tam cümlesi bu muydu hatırlamıyorum ama kısacası bana mümkün olduğunu söyleyerek yine de bir tane işe odaklanmamı tavsiye etti.


Bu sohbet beni düşündürdü. Proje yapmak istediğimi fark ettim. Birine mimarlık mesleği ile ilgili bir şeyler öğretmenin güzellikleri yanında, 10 kişiye anlattığınız şeyi 1 veya 2 kişinin başarıp uygulayabileceğini bilmek de zamanla mesleğe karşı hissettiğim tatmini zaman zaman azaltabiliyordu.


Bu düşüncelerle Tunç Adanır’ın ofisinde çalışmaya başladım. Bu deneyim de benim şekillenme sürecimde ve kariyerim için aldığım kararlarda çok etkili oldu. Tüm deneyimlerime ek olarak en büyük şansım olan çevremi de kariyerime etki eden çok önemli bir madde olarak değerlendiriyorum. Her şey zaman içinde bir araya geldi bir bütünü oluşturdu, bugünkü beni oluşturdu. Evet. Serbest çalışmaya başladığımda, ilk projem yeğenimin projesiydi. Onu çizdim. Onun camlarını yapan firma, Agah Necat, projemi beğendi. Beni destekledi. Derken iş hayatım bu şekilde, domino taşları gibi ilerledi.


Bu süreçte müşteriler ile ilgili gözlemlediğim ve tanımladığım şeylerden biri şu oldu: zor müşteri genellikle ne istediğini bilmeyen müşteridir. Bu anlamlandırabilmek için iki şeye baktım. Birincisi, müşterinin hayal ettiği şey nedir? İkincisi de bu hayalin gerçeğe dönüşebilmesi için müşterinin bütçesi nedir? Bu ikisinin cevaplarını öğrendikten sonra ben devreye girebiliyor ve elimden gelen veya bilgimden gelen her şeyi onlara aktarmaya çalışıyorum. Hayaller ile bütçe uyuşmadığı zaman, örneğin hayal ettiği şeylere bütçe yetmiyordur veya tam tersi bütçesi uçsuz bucaksızdır fakat ne istediğini bilmiyordur, bu gibi durumlarda %90 süreci ilerletemezsiniz. Elimden geleni yapıyorum derken de şunu demek istiyorum: Örneğin ne istediğini bilen ve gerçekten çalışmak istediğim bir müşterim için bütçesinin yettiği noktaya teklifimi çekiyorum. Bunu yaparken hakkım olanı es geçmiyorum tabi ki de. Sonuç olarak o projeye belirli bir zaman ayırıyorum ve de en önemlisi o projeye anlık zamanımı ayırırken aslında geçmiş zamanda da biriktirdiğim bilgi birikimini ve deneyimlerimi kullanıyorum. Bunun değeri de çok fazla.


Geriye dönük baktığımda tartıştığım bir müşterim hiç olmadı diyebilirim. Genellikle belirli bir zaman geçirdikten sonra müşteriler birer dost veya aileye dönüşüyor. Bunun hazzı da elbette çok güzel.


JD: Bu konulara ilerleyen sorularda değineceğiz. İzninle oralara varmadan sana bir soru sormak istiyorum. İşletmeni veya kendini 3 kelime ile tanımlayabilir misin?


YÖ: 15 senedir aktif çalışıyorum. İlk defa web sayfamı hazırladım. O yüzden rahatlıkla, ekonomik, ekolojik ve estetik diyebilirim. Üç kelime değil de üç harf ile de tanımlayabilirim yani! 3 E. Hayatta her şeyin bir denge üzerine kurulu olduğuna inanıyorum. Yemek pişirirken de tüm baharatları, tuzu ve biberi dengeli koyduğunuz anda, suyunu ve malzemesini birleştirdiğiniz anda ortaya muhteşem bir şey çıkıyor. Peki bu mimarlığa nasıl yansıyor? Öncelikle arzuladığım şey, insanların temel ihtiyaçları arasında olan barınma ihtiyacını en ekonomik şekilde fakat kaliteden ödün vermeyecek şekilde karşılamak. İkinci kelime, estetik. Güzellik ve çirkinlik tabi ki göreceli bir konu. Yine de herkesin kendine göre bir algısı var. Tasarladığım binanın kullanıcısına güzel görünmesini ve onun estetik anlayışı ile buluştuğu noktaya değer veriyorum. Ve son olarak da üçüncü kelimem, ekolojik. Bu çok önemli çünkü biz barınma ihtiyacımızı karşılamaya çalışırken, doğaya ve çevreye, tüm insanlara ve hayvanlara zarar vermeden bunu başarmamız gerekiyor.


JD: Peki, tarzını nasıl tanımlarsın?


YÖ: Modern Akdeniz diyebilirim. Akdeniz’de yaşıyoruz, bu yüzden de tasarladığımız ve ürettiğimiz binaların buranın iklimine ve ekolojisine uygun olarak düşünülmesi gerekiyor. Bu sayede daha sürdürülebilir işler ortaya koyabiliyorum.


JD: En çok kimlerden veya nelerden ilham alırsın?


YÖ: Her şeyden. Güzel ve iyi olan her şeyden ilham alıyorum.


JD: Yaptığın iş yapmanın en keyifli yanı nedir?


YÖ: Finalde insanların mutlu olduğunu görmek. Özellikle de ‘’hayal ettiğimizden daha güzel oldu’’ diyen müşterilerim beni çok mutlu ediyor. Süreç boyunca tabi ki zorluklar veya problemler de çıkıyor. Burada en önemli olan şey o problemi veya problemleri çözmek. Çözebildiğiniz zaman günün sonunda tüm problemler unutuluyor. Genellikle insanların yorumladığı ve yargıladığı final ürün oluyor. Bugüne kadar kötü bir geri dönüş almadığımı gururla söyleyebilirim.



JD: İzninle az önce sorduğum soruya tekrar dönebilir miyiz? Tarzını nasıl tanımlarsın sorusuna modern Akdeniz dedin. Bu tanımlama geçmişte veya şu anda yaptığın projeleri mi anlatıyor yoksa yapmak istediğin projeleri mi anlatıyor?


YÖ: Şu anda yaptığım projeleri anlatıyor. 15 senedir mimarım. Yine de bu 15 yıllık sürecin sonunda herhangi bir nokta koymuş değilim. Tamamıyla tarzımı bu şekilde tanımlayamam. Ömrümün yettiği sürece tanıklık edeceğim bir gerçek var: teknoloji sürekli gelişiyor, doğa değişiyor, ihtiyaçlar değişiyor. Bahsettiğim iki kavramı, modern ve Akdeniz’i biraz daha açmak istiyorum. Neden modern? Ve neden Akdeniz? Öncelikle, ben bu adada doğdum, bu adada büyüdüm ve okudum. Evet arada gittim, geldim, yeni tecrübeler edindim. Süresini veya zamanını bilmiyorum ama yeri geldi mi yine gideceğim. Yine geleceğim. Sonuç olarak da burada öleceğimi düşünüyorum. Kendimi gerçek anlamda Akdenizli hissediyorum. Akdeniz’in en güzel adasında yaşıyorum. Akdeniz dediğimizde doğal olarak akla gelen şeyler var. Bunlar çoğunlukla doğa, dağlar, tepeler, maki bitki örtüsü ve deniz olarak biliniyor. Bunların hepsi çok güçlü şeyler. Bizden bağımsız var olan ve var olmaya devam edecek olan şeyler. Modern tarzım da çağı takip etmeyi ve ona ayak uydurmayı sevişimden geliyor. Contemporary yani modern dediğimiz kavramı konuştuğumuzda akla gelen mimarlardan bazıları şunlar oluyor: Zaha Hadid, Jean Nouvel ve Norman Foster. Bana bu isimler biraz daha bu işin sanatsal kısmına dokunuyor gibi geliyor. Ben tasarımlarımda modernizmi bu isimlerden daha farklı bir şekilde ele aldığımı düşünüyorum. Modern tasarımlar benim algımda, günümüzün ve bulunduğumuz çağın getirdiği teknolojik imkanları, kullanıcıları ve onların ihtiyaçlarını önemseyen tasarımlardır.


50 yıl önce şu anda oturduğum ev tasarlandığında bu evin bir aile evi olarak mükemmel olduğunu söyleyebiliriz. Yıllar içerisinde kullanıcıların ihtiyaçları değişti ve ev de bu ihtiyaçlara göre yeni şekiller aldı. Bazı duvarlar yıkıldı, yeni bir teras yapıldı, mutfağa ada koyuldu…


Bu düşünceler ve duygularla tarzımı modern Akdeniz olarak tanımlıyorum. Yine de tekrar etmek istiyorum, bu duruma göre değişebilir ve güncellenebilir.



JD: Örneğin müşterilerinin talepleri az önce bahsettiğin herhangi bir duruma bir örnek olabilir mi? Müşterilerin tarz konusuna etkisini konuşabilir miyiz biraz? Örneğin klasik bir ev istiyorum diyerek elinde görsel örneklerle gelen bir müşteri hayal edebiliriz.


YÖ: Böyle bir durumda genellikle müşterilerime beğenerek gösterdiği o evin neyini beğendiğini anlatması için alan açacak sorular soruyorum. Fotoğraflar biliyorsunuz çok yanıltıcı olabiliyor. Fotoğraftaki evde örneğin hayal edelim ki, yeşillikler var, ev güney batıya bakıyor, havuzu, terasları ve bir de çatısı var… Benim için önemli olan şey müşterimin bu fotoğrafa baktığında tam olarak neyi klasik olarak yorumladığı.


Öncelikle ben zaten müşterilerime ilk görüşmelerimizde, nasıl bir ev hayal ettiğini soruyorum. O hayal ve tanımlama benim için çok önemli. Müşterim ne istediğini biliyor mu? Bunu anlamak da benim için çok önemli. Bu süreçte, bu sorularla birlikte müşterilerimin sözlü anlatılarının destekçisi olan görsel örnekleri de birlikte inceliyoruz. Evin tarzının ne olacağını konuşmaya aslında ilerleyen zamanlarda başlıyoruz. Ne istediğini bilen müşteri ile deneyimlerim çoğunlukla olumlu sonuçlanıyor. Burada önemli olan nokta, müşterinin talep ve ihtiyaçlarını anlamak ve onlara çözüm sunan bir tasarım çıkarmak. Belirli bir tarzı anlatan kelimeler genellikle müşteriler tarafından bilinçli bir şekilde kullanılmıyor. Bu yüzden de iyi bir analiz yapmak çok önemli. Müşterinin anlattığı hikayedeki dili alıp bazen yorumlamak gerekebiliyor. Anlatılan hikâyede fonksiyon, kullanış ve bütçe tespit edilmeli, harmanlanmalı ve sonuca ulaştırılmalı. Bir mimar bunları yapabilirse doğru sonuca ulaşır diye düşünüyorum.


JD: Peki, baştan sonra süreç nasıl ilerliyor? Tasarım sürecin hakkında bize biraz bilgi verebilir misin?


YÖ: Bizim sektörümüzde çok fazla reklam verme kültürü yok. Yine de ben kendi adıma sosyal medyanın çok fazla yararını gördüğümü söyleyebilirim. Genellikle müşterilerimin beni bulması geleneksel pazarlama yöntemlerinden ‘ağızdan ağıza’ ile gerçekleşiyor. Biliyorsun bu meslekte süreçler çok uzun. Başlangıçtan bitişe kadar 4 veya 5 yıl geçebiliyor. Bu süre duruma göre minimum 2 veya 3 yıl da olabiliyor. Bu süreler o kadar uzun ki aralarda piyasanın değiştiğine de tanıklık ediyorsunuz tabi ki. Bunun sizinle herhangi bir alakası yoktur. Sonra yeniden canlanıyor.


Genel olarak süreci ve bu süreçteki rol dağılımlarını düşündüğümde, bazen kendimi bir gemi kaptanı olarak hayal ediyorum. Tek başıma hiçbir yere gidemeyeceğimi biliyorum. Tüm tayfaya ve iş birliklerine ihtiyacım var. Gemideki tayfadan tutun aşçısına kadar, gemiyi inşa eden kişilere, geminin sahibine… Bu metaforda bahsettiğim gemi kaptanı olarak benim görevlerimden bir tanesi (belki de en önemlisi): her şeyin senkronda ilerlemesini sağlıyorum. Farklı bir metafor daha aklıma geldi. Örneğin bir mimarı bir maestro gibi de düşünebiliriz. Mimarlıkta bu rolün ve görevlerin varlığı ve gerekliliği ada genelinde çok fazla farkında olduğumuz bir durum değil. Görev tanımı gereği bir mimar sizi rezil de edebilir vezir de edebilir. Bu yüzden de mimarla müşterisi arasında güvene dayalı bir ilişki olması çok ciddi bir konu.


Verdiğim mimari hizmetlerde sürecimi kademeli olarak gelişen bir süreç olarak tarif edebilirim. Bu nedenle de güven ilişkisi kurma konusunda ve güveni sağlama konusunda herhangi bir endişem yok. Bu akış her şeyin bir anda altüst olmasını doğal olarak engelliyor diye düşünüyorum. Adım adım ilerliyorsunuz. Herhangi bir sorun veya pürüz ile karşılaştığınız anda da çözüp çözemeyeceğinize bakıyorsunuz, çözüyor ve yola devam ediyorsunuz.


Genellikle eğer tanımadığım bir müşteri ile ilk görüşmemizi yapıyorsak, bu formal bir görüşme oluyor. Ofisimde bir kahveye davet ediyorum. Bu noktada ilk görüşmemize projeyi aldım, beni seçtiler gibi bir gözle bakmıyorum. İlk görüşmede genellikle birbirimizi tanıyoruz ve elektriğimizin uyup uymadığına bakıyoruz. İlk toplantıda uyum varsa süreç başlıyor. Başlamak bitirmenin yarısıdır derler. Sonrasında, tasarım sürecine geçmeme yetecek kadar veri ve bilgi topluyorum. Bu verilere örnek vermek üzere bir konut projesinden bahsedebilirim. Bu aşamada, standart olmamakla birlikte müşterilerime birtakım sorular soruyorum. Bu sorular genellikle onların şu anki yaşayış tarzına, şu anda yaşadıkları evi nasıl kullandıklarına yönelik sorular olabiliyor. Yeni evli bir çifte gelecek planlarını soruyorum. Örneğin kaç çocuk istediklerini öğreniyorum. Bir çocuk varsa, ikinci veya üçüncü çocuk planı var mı? Tabi ki hayatta her şeyi de tüm detaylarına kadar planlamamız mümkün değil o yüzden ben de çok fazla detaya girmemeye dikkat ediyorum. Garajdan mutfağa geçiş hayal ediyorlar mı? Market poşetlerini evin içerisine nereden sokmak istiyorlar? Bunlar da sorduğum sorulara birer örnek. Bunlar da ikinci toplantıda konuşuluyor. Üçüncü toplantıyı da eğer mümkünse ve her iki tarafın da kafası uyuşmuşsa evde yemekli yapıyoruz. Bu da bana ev ortamını yerinde gözlemleme şansı veriyor.


Bir kere bir müşterim, aynı zamanda da arkadaşım, bana hayalini anlatmak üzere ışıklandırılmış bir zeytin ağacı fotoğrafı gönderdi. Fotoğrafta aynı zamanda tek katlı bir ev vardı. Bu fotoğraf benim çok hoşuma gitti çünkü bize birbirimizi anlamamız için ve projemizi kurgulayabilmem için güzel bir ışık tuttu. Zeytin ağacını nerede görmek istiyor? Havuzun yanında otururken mi? Yoksa salonunda otururken mi? Bu proje özelinde, evin tasarım konseptini zeytin ağacı üzerinden kurguladım. Yeter ki malzeme olsun, kurgulama işini büyük bir zevk alarak yapıyorum. Bu örnekten anlayabileceğiniz üzere, çok fazla bir malzemeye de gerek yok aslında. Hatta çok malzeme genellikle işleri karıştırıyor ve zorlaştırabiliyor. Bu defa elemeye ve farklı sorularla beğenileri önceliklendirmeye çalışıyorsunuz.



Temel bilgiler ışığında, yaklaşık bir hafta veya 10 günün sonunda ilk konsept çizimlerimi tamamlamış oluyorum. Çoğunlukla müşterilerimiz plan okuyamıyor, bilmiyorlar ve okumak zorunda da değiller. Bu nedenle bu aşamada hem planı çözüyorum hem de üç boyutlu çizimleri hazırlıyorum. Bu çizimleri zaman zaman skeç olarak kâğıt üzerinde veya zaman zaman da dijital platformlar aracılığı ile hazırlıyorum. Bu aşamada araçların çok fark yarattığını düşünmüyorum. En önemli şey müşterimin evini gözünde kolaylıkla canlandırabilmesi. Bu noktada, genel kurguya veya konsepte onay aldığım anda detaylara girişiyorum. Bazen taleplere göre değişikliklere gidiliyor veya alternatif çözümler ürettiğim de oluyor. Genellikle bu işte, iyi bir dinleyiciyseniz ve dinlediklerinizi doğru analiz edebiliyorsanız tasarım aşamasında başarılı sonuçlar elde ediyorsunuz. Tasarım konsepti oturduktan sonra hazırladığım gerçekçi üç boyutlu çizimlerin müşterilerimde olumlu etkileri olduğunu gözlemledim. Çünkü biliyorum, o ev yıllar sonra ortaya çıkana kadar bu insanlar her gece yataklarına yattığında o çizimlere bakıyorlar. Çevrelerindeki yakın dostlarına ve ailelerine gösteriyorlar. Bu heyecanı onlara yaşatmak çok güzel bir duygu.




JD: Bazen de çevremizle bu üç boyutlu çizimleri paylaştığımızda farklı fikirler veya olumsuz yorumlarla karşılaşabiliyoruz. Bu tarz etkileşimler tasarım sürecine nasıl yansıyor?


YÖ: Bu başıma hiç gelmedi. Çünkü bu gibi durumlara hazırlıklıyım. Hatta böyle bir durumla karşı karşıya kalan müşterilerimin evini savunacağını çok iyi biliyorum. Beni değil. Evini. Ne istediğini bilen müşteri ile çalışmanın değeri burada daha çok ortaya çıkıyor diyebilirim. Günün sonunda ne istediğini bilen ve seçimlerini bilinçli yapan müşteri ‘’ben istediğim için Yusuf onu oraya koydu’’ diyebiliyor. Farklı bir sohbet hayal edelim, ‘’aman bu camlar da çok büyük’’. ‘’Ben aslında küçük cam istedim ama Yusuf bu cephenin yönü Kuzeye baktığı için güzel bir manzarası olduğuna dikkatimi çekti’’. ‘’Yazın yanacaksınız!’’. ‘’Yo. Hayır. Güneşin hesabı yapıldı. Biz Kuzeyden güneş almıyoruz’’. Veya ‘’annem dedi ki, kiler odasını biraz daha büyük yapalım çünkü annem kendisininkine sığmıyor’’. Benim de bu fikre samimi sorum şu oldu: ‘’annen günde 8 öğün yemek pişiriyor, sen çalışan bir kadın olarak mutfağı ve kileri annenle aynı oranda mı kullanıyorsun?’’. ‘’Hayır’’. ‘’Senin için kiler mi önemli yoksa daha çok mutfak mı önemli? Örneğin arkadaşlarınız geldiğinde, birer içki içileceğinde veya yemek yenileceğinde, adanın etrafında toplanarak mutfağı mı daha çok kullanacaksınız?’’ Burada önemli olan ihtiyacı karşılamak. Yoksa tabi ki de kileri büyültebiliriz. Bu rahatlıkla yapılabilecek bir şey. Benim için çocuk oyuncağı. Benim bildiğim doğru diye bir şey yok. Onun duyduğu da doğru diye bir şey yok. Sadece sorguluyorum. Sorgulayarak doğruyu bulabiliriz.



JD: Hemfikirim. Bu durumlara bir eğitmen gibi yaklaşıyorsun diyebilir miyiz? Sence akademisyen olarak çalıştığın ve dersler verdiğin dönem bu yönünü yani sorgulayan kimliğini geliştirmene ve mimarlıkta da bunu kullanmana yardımcı oldu mu?


YÖ: Kesinlikle. Bu bir gelişim süreci. Ben hala öğrenmeye devam ediyorum. Öğrendiğim ve sindirdiğim her bilgiyi işimde de eşimde de veya sosyal çevremde de kullanıyorum. Senden öğrendiğim bir bilgiyi de yeri geldiğinde referansımı vererek mutlaka anlatırım. Mutlaka referans veririm. Bir bilgiyi nereden veya kimden öğrendiğiniz çok önemli.


JD: Peki, sürece geri dönecek olursak, teknik ve detay konular da çizildikten, tamamlandıktan sonra, vize onayı sonrası başlayan kontrollük sürecine de dahil misin?


YÖ: Her zaman. Sözleşmeli durumlarda da sözleşmede dahil olmayan durumlarda da kontrol sağlıyorum. Muhakkak nerede olursa olsun, inşaat belirli bir aşamayı (temel atılma, karkas) geçtikten sonra pazar günleri boş vaktimde geçiyor ve bakıyorum. Yanlış bir şey görürsem de anında sorumlu kişiye (müteahhit veya farklı bir kontrolör, inşaat firması gibi) bilgi veriyorum. Onlar da yüzde 99 düzeltiyorlar.

Bu aşama da bittikten sonra, özellikle bireysel projelerde beni eve davet ettikleri, yani en keyifli kısma geliyoruz.



JD: Bireysel veya ticari projeler arasından belirli bir tercihin var mı?

YÖ: Hayır. Yok. Mimarım dediğimde bana bazen iç mi dış mı diye soruyorlar. Bu soruyu duymuşsundur. Bu soru hala soruluyor. Ben çok sabırlıyımdır. Mimarım diye cevap veriyorum. ‘’Yani bina yapıyorsun, bina çiziyorsun.’’ diyorlar. Hayır diyorum. Her şeyi çiziyorum. ‘’Nasıl yani?’’ Diye soruyorlar. ‘’Kümes yapmak isteyen ve onu projelendirmek isteyene kümes çiziyorum, gökdelen isteyene gökdelen de çiziyorum’’ diyorum.



Bugüne kadar tamamladığım projelerim arasında 10 katlı binalar da var, tek katlı 180 m² aile evleri de var. Bahsettiğim bu aile evleri çok popüler. Çünkü kullanıcılardan aldığım geri bildirimlere göre genellikle bu projeler en ekonomik ve en kullanışlı projeler oluyor. Ulaşılabilir oluyor. Erişilmez bir hayal değil. Diğer taraftan daha yüksek bütçeli konut projeleri de çalışıyorum.


JD: Tüm süreci yüzde yüz üzerinden değerlendirebilir misin?


YÖ: Analiz (müşteriyi, araziyi, koşulları, komşuları, çevreyi) tüm sürecin yüzde ellisidir diyebilirim. Geri kalan da tasarım, uygulama ve kontrol.


JD: Peki, sürecin en sevdiğin kısmı nedir?


YÖ: Her kısmından keyif almaya çalışıyorum. Fakat benim için öne çıkan kısım genellikle doğum anı oluyor. Hafif sancılı bir sürecin ardından gelen doğum anı 😊. Kesinlikle süreci ağır bir sancı olarak tanımlayamam. Hafif. Genellikle süreç su gibi akıyor. Akmazsa akmasını sağlıyorum. Hiçbir zaman kolayca pes etmedim. Akmadığı zaman da akmıyor tabi ki.



JD: Kıbrıs pazarı için nasıl tasarımlar yapıyorsun? Özellikle dikkat etmen gereken bir şey var mı?


YÖ: Benim iş yapma ve tasarım yapma anlayışımın temelinde insan ve doğa var. Bu ikisini birbiri ile savaştırmadan ve küstürmeden tasarımlar yapmaya çalışıyorum.


JD: Teknoloji tasarım yapma şeklini değiştirdi mi? Değiştirdiyse nasıl?


YÖ: Yönlendirdi, kolaylaştırdı ve hızlandırdı diyebilirim. Örneğin, bir projeyi kafamda kurguladıktan sonra onu kâğıda döküyorum. Her zaman kâğıt kalem kullanıyorum. Tabi ki bu kâğıt üzerindeki skeçlerden, yazılardan veya çizgilerden genellikle müşteriler anlamıyor, sadece ben anlıyorum. Elde hazırladığım bu skeçleri müşterimin anlayacağı dile çevirmek için SketchUp kullanıyorum. Bina ne olursa olsun, ölçek ne olursa olsun çok hızlı bir şekilde bu programda kütleyi ortaya çıkarabiliyorsunuz. İlk görüşmelerde bu çok fayda sağlıyor. Daha sonraki aşamalarda AutoCAD, Rhino gibi programlar devreye giriyor. Bir üç boyutlu çizim ne kadar gerçekçi olursa o kadar etkileyici oluyor. Çünkü müşterim onu ne kadar iyi anladığımı görebiliyor. Anlattığı hayalleri ve ihtiyaçları alıp neye dönüştürdüğümü gerçekçi bir şekilde görebilmesini sağlıyor.


JD: Tasarım yapma şeklinin bundan sonra nereye gideceğini düşünüyorsun?

YÖ: Maalesef buna biz karar veremiyoruz. Buna konjonktür karar veriyor. Doğanın değişmeyeceği kesin. Diğer taraftan insanlar değişen varlıklar. Değişiyor ve gelişiyoruz. Biz değişip geliştikçe tasarımlarım da değişip gelişecektir. Yine de ana ilkelerim değişmeyecek.


JD: Gelecek için planların nelerdir?


YÖ: Yakın gelecekte planım, kişiye özel tasarım mobilyalar üretmek. Kıbrıs’ta buna ihtiyaç olduğunu gözlemledim. Genellikle projelerde mobilya ihtiyacı en son kalemlerden biri oluyor. Bitirdiğim projelere ziyarete gittiğim zaman, özellikle ortak alanlardan biri olan salonlara alınan mobilyalardan duyulan memnuniyetsizlikleri çok dinledim. Çok içimize sinmedi ama bunu bulabildik diyenler çok oldu. Ben de bu ihtiyaca cevap vermek üzere, ticari bir amaç gütmeden böyle bir yola çıktım. Bir yıllık bir çalışma sonunda markamı kurdum, ismi de Joseph’s Furniture oldu. Bina ölçeğinde değer verdiğim o üç kelimeyi (ekonomik, ekolojik ve estetik) mobilya tasarımı ve üretimi ölçeğinde de ortaya koyabileceğimi düşünüyorum. Bu mobilyaların en önemli özelliği de yüzde 100 Kuzey Kıbrıs üretimi olacak olmaları. Bu noktada tek eksiğim kumaş. Çünkü burada kumaş üretimi yok. Bunun dışında ahşap, kereste gibi hammaddeler buradan tedarik edilecek. İlk etapta oturma grupları ile başlamayı hedefliyorum. Hazırladığım bir koleksiyonda adamızın şehirlerinin isimlerini kullandım.




JD: Önümüzdeki birkaç yıl için beklentilerin nelerdir?


YÖ: Bir Kıbrıs Türk’ü olarak tek istediğim önümüzü görmemiz. Arada kalmış hissediyorum. Ne olacaksa olsun ve bilelim istiyorum. Bir kısım Türk parası kazanıyor, Sterlin ile ev alıyor, Euro ile araba alıyor… Başka bir kısım Sterlin kazanıyor fakat Türk lirası harcıyor… Bunların bir düzene ve belirli bir standarda oturmasını arzuluyorum. Kontroller ve denetimler yapılsın ve konular sonuca ulaşsın istiyorum. İlgili kurumlar, odalar bunları yapsın, uymayana cezasını versin istiyorum. Kısacası adalet istiyorum. Dünü unutma, bugünü yaşa, yarını da düşün. Bunu benimsemek çok zor değil diye düşünüyorum. Etrafımda görevlerini ve sorumluluklarını bilinçli bir şekilde yerine getiren çok insan var. Bu düzeni iyileştirmek için ben ne yapabilirim diye sorgulayan çok insan tanıyorum. Bu insanların toparlanıp bu düşünce yapısını yaymasını diliyorum… Bölünerek çoğalmayalım. Bu sağlıklı hücreler için güzel bir şey. Ama insanlar için değil. İnsanlar birleşerek çoğalsın. Çünkü bu gidişle yönetimler artık mahalle mahalle olacak! Beklentilerimi sordun, bir iki yıl içinde olmayacağını bildiğim beklentilerim ve biraz ucundan da olsa sana korkularımı anlattım sanırım 😊.


Çay ve Donut arası!


JD: Mesleğini yapmadığın zamanlarda, zamanını nasıl geçirmeyi seversin?


YÖ: Sosyalleşmeyi seviyorum. Ailem ve arkadaşlarım ile. Yeni insanlar ile. Tek bir hobim yok maalesef. Aslında işim hobim gibi. Elimden geldiğince veya fırsat buldukça seyahat etmeyi seviyorum. İki gün veya beş günlük tatilleri seviyorum. Uzun tatilleri sevmiyorum. Bir haftadan sonra nereye gidersem gideyim sıkılıyorum. Evimi çok özlüyorum. Üç ve dördüncü günlerden sonra özlemeye başlıyorum ama bu özlem tadımı kaçırmıyor veya keyfim bozulmuyor. Yedinci gün artık tamam diyorum. Uzak bir yere de gideceğimde, yolu da hesaba katarak maksimum 9-10 günde dönmek istiyorum. Genellikle planlarımı buna göre yapıyorum. Bu durumun değişken olabileceğini de düşünüyorum tabi ki. Bundan 5-10 yıl sonra belki de hiç seyahat etmek istemeyebilirim veya belki de gittim mi bir ay gittiğim yerde kalmak isteyebilirim. Bunu bilemiyorum fakat şu anda kısa seyahatler yapmayı tercih ediyorum. Bir ihtiyaç gibi ara ara bedenim bana kaçmam gerektiğini söylüyor. Şartlarıma ve keyfime göre bazen Karpaz’a, bazen Limasol’a, bazen Türkiye veya Avrupa’ya gidiyorum.


JD: Yaratıcı bir evde mi büyüdün?


YÖ: Evet. Anneannem terziydi. Ablamın her zaman söylediği bir şey vardı. Şöyle derdi ‘’anneanne sen bizim çağımızda doğsaydın Cemil İpekçi olurdun’’. Babaannem de terziydi fakat işin yaratıcı kısmı ile çok ilgili değildi. İhtiyacın olan her şeyi dikebiliyordu fakat anneannem yaratıcıydı. Annemden de azı nasıl çok yapabileceğimi öğrendim. Ondan kısıtlı şeyleri nasıl kullanabileceğimi, çoğaltabileceğimi ve paylaşabileceğimi öğrendim. Babamdan tutumlu olmayı öğrendim. Tut harcama. Anne tarafıma baktığımda, yaratıcılık değil de hep bir girişimcilik olduğunu gözlemledim. Adanın ilk hırdavatçısı dedemdi. Camı, çiviyi getiren. Rum tarafından getiren orada bitince Türkiye’den getiren. Bu işe dayılarım devam ediyor. Yaratıcılığımı öz olarak annem ve anneannemden aldığımı düşünüyorum. Diğer aile üyelerimden de gördüğüm şeyleri uyguladım. Sadece yaratıcı olmak yeterli değil maalesef.



JD: Ticarette de yaratıcılık var diye düşünüyorum. Girişimcilikte de var. Ne olmadan yaşayamazsın?

YÖ: Evet. Su ve yemek dışında mı? 😊 Ailem, dostlarım, sevdiğim ve beni seven insanlar olmadan yaşayamam. İnançlarım olmadan da yaşayamam. Manevi kısmı bırakırsak da para olmadan yaşayamam 😊.


JD: Verilen veya alınan en iyi tavsiye?


YÖ: Annem her zaman ‘’üç kazanırsan birini yastığının altına koy, ikisini harca’’ derdi. Annemin daha çok tavsiyesi vardır. Mesela ‘’işediğin deliği gösterme’’. Bu tavsiyenin gerçeğini 35 yaşında öğrendim. Meğer annem kibar olduğu için, bize hep kibar versiyonunu söylüyormuş 😊. Dedemden gelen bir laf ‘’önemli bir karar vereceksen muhakkak üstüne bir gece uyu’’ derdi. Annem ‘’döviz kazancın yoksa döviz borçlanma’’ derdi. Bu tavsiye beni iki veya üç kere kurtardı!


JD: Bazen belirli bir yaştan sonra algılayabilsek de ailelerimiz bize çok değerli şeyler söylüyor. Şu anda ne okuyorsun veya dinliyorsun? Sesli kitap veya podcast da olabilir.


YÖ: Roman sevmiyorum. Zaman içinde otobiyografi okumayı sevdiğimi keşfettim. Mimarların hayatlarını okumayı çok seviyorum. Geçmişe damgasını vurmuş artistlerin, moda tasarımcılarının veya liderlerin hayatlarını merak ediyorum ve okuyorum. Mimarlık mesleği üzerine yazılmış veya derlenmiş kitapları da taşıyabiliyorsam mutlaka gittiğim her ülkeden alıyorum. Aynı zamanda bu alanlarda filmler izlemeyi veya araştırmayı seviyorum.


JD: Spotify mı Youtube mu kullanıyorsun?


YÖ: iTunes kullanıyorum. Bazen de Youtube. Spotify’ı çok sevemedim. Son birkaç aydır çok güzel konuklar ağırlayan Ferda Yıldırım’ı takip ediyorum. Sorgulayıcı ve bilim üzerinden ilerleyen sohbetler gerçekleşiyor. Youtube kanalından takip edebilirsiniz.


JD: En sevdiğin tatil yeri?


YÖ: Konu tatilse, keşif içermiyorsa, ya Ege sahilleri veya Yunan adaları. Büyük otelleri sevmiyorum diyebilirim. Butik otelleri tercih ediyorum.


JD: Sabah ilk yaptığın şey nedir?


YÖ: Kahvemi alıp yatağa geri dönüyorum! Bardak bitene kadar güne başlayamıyorum. Sonra ablama günaydın mesajı atıyorum. Ablam çocuklarını okula bıraktıktan sonra beni arıyor ve genelde günüm böyle başlıyor…


JD: Kıbrıs hakkında en sevdiğin şey nedir?


YÖ: Birçok şeyi seviyorum. Aynı şekilde birçok şeyi de sevmiyorum. Öz Kıbrıslıyı çok seviyorum. Diğer yandan da bazı noktalarda yapılan belirli müdahaleleri kabullenişlerini sevmiyorum. Savaştıkları için seviyorum fakat pes etmeleri hoşuma gitmiyor. Çünkü ben kişisel olarak pes etmedim.


JD: Kıbrıs’ta sevdiğin ve önerebileceğin bir restoran veya kafe?


YÖ: Reklamlar 😊. 35 yaşındayım, 30 senedir de dışarda restoran ve kafeye gidiyorum diye düşünebiliriz. Çocukluğumdan güzel hatırladığım bir restoranla başlamak istiyorum cevabıma: Girne’de Anı Restoran. Şimdi nasıl bilmiyorum. O zamanki anılarıma, yani Anı Restoran’a muadil olarak bugün severek gittiğim, limandaki Trinity Restoran’ı önerebilirim. Küçük ve butik bir balıkçı ve balık restoranı olarak tanımlayabilirim. Canım balık çektiğinde oraya gidiyorum.


JD: Mimarlık okumak isteyenlere veya okuyan öğrencilere neler söylemek istersin?


YÖ: Eğer lisedeyseler, kesinlikle kapsamlı bir mimarlık ofisinde staj yapmaları gerekiyor diye düşünüyorum. Bu ofisi tasarım yapan, aynı zamanda uygulamacı yani inşaatlara da giden, şantiyeyi bilen ve ekibi kalabalık bir ofis olarak tanımlayabilirim. Bireysel çalışan bir mimar ile değil de böyle bir ofisle bu deneyimin yaşanması gerektiğini düşünüyorum. Ben İstanbul’da çalışırken teknik lise öğrencilerinin ofisimize staja geldiklerini görüyordum. Bu staj yaklaşık bir veya iki hafta sürüyordu. Zorunlu staj diye bir şey yok. Gönüllü staj diye bir şey var. Ben buna inanıyorum. Bu stajı ne kadar erken yapabilirlerse o kadar erken karar verebilirler diye düşünüyorum. Eğer böyle bir imkanları yoksa, çevresinde tanıdığı, bildiği veya beğendiği binaların mimarları ile görüşmelerini ve sohbet etmelerini önerebilirim. Bu mimarların ulaşılmaz olduklarına inanmıyorum, o yüzden kesinlikle telefonla, mesajla veya mail yoluyla iletişime geçerek bir görüşme ayarlayabilirler. Herhangi bir mimarla yapacakları sohbetin onlar için aydınlatıcı ve yönlendirici olacağını düşünüyorum. Bu sohbetler doğru yolu bulmaları için onlara ışık tutacaktır. Kararı veren kişilerin de onlar olmaları gerektiğine inanıyorum. Bu kararı kimse onlar adına veremez, vermemeli de. Star mimarlardan bir tanesinin bir sözü vardır ‘rahat ve güzel bir hayat geçirmek istiyorsanız mimar olmayın’. Çok rahat, mangal yürekli bir insansanız ve karakteriniz buysa mimarlık yapmak çok zor. Teknik konulara, matematik ve fiziğe yatkınlık çok önemli. Aynı şekilde bu mesleğin sanatsal yönünden bakacak olursak, sanatı ve tasarımı seven, gözü olan, rengi ve doğayı anlayan bir yapıda olmak da çok değerli. Bunları birleştirebilecek bir potansiyele sahip kişiler mimar olabilir diye düşünüyorum. Eski patronumun bir sözünü söyleyerek bitirmek istiyorum, ‘’mühendisler bir şey hakkında her şeyi bilendir, mimarlar ise her şey hakkında bir şey bilendir’’. Bu deyiş bizi hem yeriyor hem övüyor. Bu işin içinde sıfırdan yaratmak diye bir şey var o yüzden ben her şeyi bilmeliyim. Psikolojiden de müzikten de sanattan da yemekten de anlamalıyım ve daha birçok şeyi öğrenmeliyim. Bunun için gezmem de lazım okumam da ve dinlemem de. Araştırmam da. Sohbetimizde de dediğim gibi. Evet. Her şeyi çizebilirim fakat öncelikle ciddi anlamda araştırma yapmam gerekiyor. Yani anlayacağın, şu anda benim için bir kümes tasarlamak ve çizmek bir evi tasarlamaktan çok daha zor 😊.


JD: Sohbetimizle çok güzel bağladın. Çok güzel bir final oldu. Harika bir sohbetti. Çok keyif aldım. Teşekkür ederim.


YÖ: Evet. Çok keyifliydi. Saate hiç bakmadım!

 

Miro Designroom (0392) 223 87 82 | 0533 820 27 56 | info@mirodesignroom.com

Hazırlayan Jasmine Dinand | jasminedinand@gmail.com

Editör Münevver Özgür Özersay | munevver@mirodesignroom.com


Yüksek Mimar Yusuf Özerdem | yusufozerdem@hotmail.com



159 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page