top of page

Tasarımcılar ile Röportajlar #8: Erçim Uluğ

Tasarım meraklıları, tasarımcılar ve tasarım savunucuları!


Hepiniz ‘Tasarımcılar ile Röportajlar’ diyalog platformumuza okuyucu veya isterseniz katılımcı olarak davetlisiniz! Sizin de bizim gibi kaliteli mekân uygulamalarına dair ortak dertleriniz varsa bu seri için en az bizim kadar heyecanlanacağınızı düşünüyoruz!


Tasarımcılar ile Röportajlar serisi, adamızda içmimarlık, mimarlık, tasarım ve benzeri mesleklerle uğraşan kişilerin hikâyelerini dinlemek ve sizlerle de paylaşmak için güzel bir fırsat sunuyor. Onların ofislerine, çalışma alanlarına gidiyoruz, bir kahve eşliğinde çalışmaları, yaşamları ve gelecekleri hakkında konuşuyoruz.






Jasmine Dinand (JD): İlk sorumuz ile başlıyoruz: Mesleki geçmişinden bahseder misin? Bugüne nasıl geldin?


Erçim Uluğ (EU): Uzun tutayım mı?


JD: Evet lütfen. Hatırlayabildiğin bir yerden giriş yapabilirsin. Örneğin bu mesleği seçmeye nasıl karar verdin?


EU: Tamam. Bu soruya cevap verecek olursam, çocukluğumdan beri sürekli resim yapmaya çok meraklıydım. Hatta örneğin annem ile kuaföre gittiğimizde benim yanımda her zaman resim defterim olurdu. Ben orada devamlı bir şeyler karalardım. Ta ki lise 3’e kadar resim yapmaya olan bu merakım henüz bende ‘mimar olacağım’ diye bir fikir baloncuğu oluşturmamıştı. Bizim zamanımızda çok fazla yönlendirme de yoktu. Hangi yeteneğin var? Bu yeteneğe göre hangi mesleği okuman lazım? Bu sorular sorulmuyordu. O aralarda aklımdan hukuk okumak veya tıp okumak gibi uzak şeyler de geçiyordu. Ama bir noktada içgüdüsel olarak çocukluğumdan beri resim yapmayı, çizim yapmayı ve maket yapmayı sevdiğimi bildiğim için aklımda mimarlık fikri uyandı.


O karar noktasında lise 3’teydim. Ardından İtalya ve İngiltere’de okuma hayallerim oluştu. Başvurularımı yaptım fakat tam da o dönemde ablam lisansını yeni bitirmişti ve yüksek lisansı için Avrupa’ya gidiyordu. O zamanlar da çok fazla burs imkânı, bugünkü gibi Avrupa Birliği bursları da yoktu. Kıbrıs Avrupa Birliğine girmediği için okul ve yaşam ücretleri daha yüksekti. O yüzden babam bana ‘‘Erçim, ablan yüksek lisansa Avrupa’ya gidiyor. Sen de onun gibi lisansını Kıbrıs’ta oku ardından sen de yüksek lisans için yurt dışına gidersin’’ dedi. O güne kadar hep GCE sisteminde okumuş olmama rağmen son dakikada karar değiştirip Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin sınavına girdim.


Sınav tercihlerim sonucunda İçmimarlığa girdim. Girdikten sonra yarım dönem içmimarlık okudum. Bölümde birinci sınıfta üç Kıbrıslı arkadaştık. Gizem Toygan ve Umut Karaaziz. Üçümüzün de ortalamaları 3.90’larda, tüm derslerimizden A veya A- alıyorduk. Bu sırada içmimarlık bölümünde ve mimarlık bölümünde neler yapıldığını görüyorduk. Üçümüz de mimarlık okumak istediğimize karar verdik ve yatay geçiş yapmak istedik. O dönemde okul bu isteğimize çok olumlu yaklaşmamış olsa da ortalamalarımız içmimarlık bölümünde en yüksek üç ortalama olduğu için bize itiraz etmediler. Geçebilirsiniz dediler fakat bize (müfredatın tamamen aynı olmasına rağmen) tüm dersleri tekrar okumamız gerektiğini söylediler.


Basic Design (Temel Tasarım), Graphic Communication (Grafik İletişim) gibi tüm birinci sınıf derslerini sıfırdan tekrar aldık. Bazen yaşanan bu gibi durumlar ilk başta çok kötü görünse de uzun vadede iyiye dönüştüğünü gözlemleyebilirsiniz. Bu durum da bana göre öyleydi. Aynı dersleri tekrardan aldığımız için mimarlığın temelini oluşturan dersleri içleştirdik ve daha da benimsedik.

İlerleyen dönemlerde ortalamam 3.5’in üzerinde olduğu için bölüm bana her dönem yukarıdan fazladan bir tane ders almama izin veriyordu. Bu şekilde olduğu için son dönemimde sadece tek bir atölye dersim kalmıştı. Yarı zamanlı öğrenci olduğum için bir şirkette çalışmaya başladım. Çalışmaya başladığım yer çok profesyonel bir yerdi. Henüz mezun olmadığım gerçeği, şirketteki mimari beklentiler ve sert yapıları ile karşı karşıya kaldım. Bir aylık deneme süresinden sonra işten durduruldum. Bence bu da hayatımdaki güzel kırılma noktalarından bir tanesiydi. Muhtemelen orada kalsaydım biraz daha müteahhit tipi mimarlık üzerinden evrilecektim. Kendim de biraz da olsa farkındaydım ki orada çok mutlu değildim. Bu noktada hikayem senin ailen ile kesişti.


O dönemde Fevzi abi ve Münevver Hoca ile çok görüşüyorduk. Özellikle Fevzi abi ile devamlı konuşuyorduk. Onu arıyor ve ofisinize gidiyordum. O zamanlar siz Kumsal’da ilk ofisinizdeydiniz. Atölye – M’in yeni kurulduğu zamanlardı. Oraya gittiğimde mimari sohbetler yapıyorduk, hiçbir beklentim olmadan sürekli gidiyordum ve ofis ortamını deneyimliyordum. Bir gün Fevzi abiye ‘’Beni işe al’’ dedim. O da bana ‘’Daha yeni kurulduk. Önümüzü göremiyoruz’’ dedi. Münevver Hoca da çok temkinliydi. Ben yine de gitmeye devam ettim. Arada tasarım projeleri alıyor eve götürüyor ve geri getiriyordum. Bilmem hatırlar mısın ofiste duvarda asılı, serbest el çizilmiş küp bir ev vardı onun yanında da bir yelkenli çizimi. O mesela benim çizimimdi. Orada uzun süre asılı kaldığını hatırlıyorum. Bir süre Atölye – M’de bu şekilde devam ettikten sonra bir gün Fevzi abi bana ‘’Erçim tamam’’ dedi. ‘’Maaşını belirle ve gel başla’’ dedi.

Tamam dedim. Zannediyorum bir gün gittikten sonra Fevzi abi bana bir opsiyonum daha olduğunu söyledi. Güney’de Socrates Stratis diye bir mimar olduğunu ve onunla görüşmek isteyip istemediğimi sordu. ‘’Senin için çok farklı bir gelişme olabilir’’ diye de eklemişti. Yine tamam diyerek Socrates ile görüşmeye gittim. Ofis tamamıyla mimari yarışmacı bir ofisti. Bir İtalyan meslektaşım vardı, bir İspanyol meslektaşım vardı ve Socrates vardı. Uluslararası kimliği olan bir ofisti. Görüşmeden sonra Fevzi abi ve Münevver Hoca’ya dedim ki ‘’Sizin için sakıncası yoksa gidiyorum’’. Bu yönlendirme sonrası ben Socrates ile çalışmaya başladım. Bunu vurgulayarak söylemek istiyorum, bence mimarlığı bana Socrates öğretti. Çok net. Birçok şeyi orada öğrendim. Örneğin kentsel ilişki ile mimarlık, kent ölçeğinde bina tasarımı, insani kaygı ve özellikle mimarlıkta yarışmak. Ben orada çalışmaya başladığımda ofis Europan 4’ü kazanmıştı. Heraklion Kültür Merkezini çiziyorlardı (Redevolepment of Heraklion Old City Waterfront) ve ben de işe o proje ile başladım.


Ardından Eleftheria Meydanı yarışması açıldı. O yarışmada, o ekiple ikinci olmuştuk. O ofis bana mimarlıktaki yarışma kültürünü aşıladı. Orada çalışmaktan çok mutluydum. Ama bu arada da mezuniyet projemi bitirdim, üniversite bitti ve yüksek lisans için araştırmalarıma başladım. İki okula başvurdum. Bir tanesi AA – Architectural Association (The Architectural Association School of Architecture in London), diğeri de UCL- The Bartlett School of Architecture. İkisi de Londra’da olan okullardı. AA’dan kabul geldi fakat özel bir okul olduğu için istediğim programın senelik ücreti 15.000 Pounddu. UCL’den de ne yazık ki ret almıştım.