top of page

Tasarımcılar ile Röportajlar #8: Erçim Uluğ

Tasarım meraklıları, tasarımcılar ve tasarım savunucuları!



Hepiniz ‘Tasarımcılar ile Röportajlar’ diyalog platformumuza okuyucu veya isterseniz katılımcı olarak davetlisiniz! Sizin de bizim gibi kaliteli mekân uygulamalarına dair ortak dertleriniz varsa bu seri için en az bizim kadar heyecanlanacağınızı düşünüyoruz!


Tasarımcılar ile Röportajlar serisi, adamızda içmimarlık, mimarlık, tasarım ve benzeri mesleklerle uğraşan kişilerin hikâyelerini dinlemek ve sizlerle de paylaşmak için güzel bir fırsat sunuyor. Onların ofislerine, çalışma alanlarına gidiyoruz, bir kahve eşliğinde çalışmaları, yaşamları ve gelecekleri hakkında konuşuyoruz.






Jasmine Dinand (JD): İlk sorumuz ile başlıyoruz: Mesleki geçmişinden bahseder misin? Bugüne nasıl geldin?


Erçim Uluğ (EU): Uzun tutayım mı?


JD: Evet lütfen. Hatırlayabildiğin bir yerden giriş yapabilirsin. Örneğin bu mesleği seçmeye nasıl karar verdin?


EU: Tamam. Bu soruya cevap verecek olursam, çocukluğumdan beri sürekli resim yapmaya çok meraklıydım. Hatta örneğin annem ile kuaföre gittiğimizde benim yanımda her zaman resim defterim olurdu. Ben orada devamlı bir şeyler karalardım. Ta ki lise 3’e kadar resim yapmaya olan bu merakım henüz bende ‘mimar olacağım’ diye bir fikir baloncuğu oluşturmamıştı. Bizim zamanımızda çok fazla yönlendirme de yoktu. Hangi yeteneğin var? Bu yeteneğe göre hangi mesleği okuman lazım? Bu sorular sorulmuyordu. O aralarda aklımdan hukuk okumak veya tıp okumak gibi uzak şeyler de geçiyordu. Ama bir noktada içgüdüsel olarak çocukluğumdan beri resim yapmayı, çizim yapmayı ve maket yapmayı sevdiğimi bildiğim için aklımda mimarlık fikri uyandı.


O karar noktasında lise 3’teydim. Ardından İtalya ve İngiltere’de okuma hayallerim oluştu. Başvurularımı yaptım fakat tam da o dönemde ablam lisansını yeni bitirmişti ve yüksek lisansı için Avrupa’ya gidiyordu. O zamanlar da çok fazla burs imkânı, bugünkü gibi Avrupa Birliği bursları da yoktu. Kıbrıs Avrupa Birliğine girmediği için okul ve yaşam ücretleri daha yüksekti. O yüzden babam bana ‘‘Erçim, ablan yüksek lisansa Avrupa’ya gidiyor. Sen de onun gibi lisansını Kıbrıs’ta oku ardından sen de yüksek lisans için yurt dışına gidersin’’ dedi. O güne kadar hep GCE sisteminde okumuş olmama rağmen son dakikada karar değiştirip Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin sınavına girdim.


Sınav tercihlerim sonucunda İçmimarlığa girdim. Girdikten sonra yarım dönem içmimarlık okudum. Bölümde birinci sınıfta üç Kıbrıslı arkadaştık. Gizem Toygan ve Umut Karaaziz. Üçümüzün de ortalamaları 3.90’larda, tüm derslerimizden A veya A- alıyorduk. Bu sırada içmimarlık bölümünde ve mimarlık bölümünde neler yapıldığını görüyorduk. Üçümüz de mimarlık okumak istediğimize karar verdik ve yatay geçiş yapmak istedik. O dönemde okul bu isteğimize çok olumlu yaklaşmamış olsa da ortalamalarımız içmimarlık bölümünde en yüksek üç ortalama olduğu için bize itiraz etmediler. Geçebilirsiniz dediler fakat bize (müfredatın tamamen aynı olmasına rağmen) tüm dersleri tekrar okumamız gerektiğini söylediler.


Basic Design (Temel Tasarım), Graphic Communication (Grafik İletişim) gibi tüm birinci sınıf derslerini sıfırdan tekrar aldık. Bazen yaşanan bu gibi durumlar ilk başta çok kötü görünse de uzun vadede iyiye dönüştüğünü gözlemleyebilirsiniz. Bu durum da bana göre öyleydi. Aynı dersleri tekrardan aldığımız için mimarlığın temelini oluşturan dersleri içleştirdik ve daha da benimsedik.

İlerleyen dönemlerde ortalamam 3.5’in üzerinde olduğu için bölüm bana her dönem yukarıdan fazladan bir tane ders almama izin veriyordu. Bu şekilde olduğu için son dönemimde sadece tek bir atölye dersim kalmıştı. Yarı zamanlı öğrenci olduğum için bir şirkette çalışmaya başladım. Çalışmaya başladığım yer çok profesyonel bir yerdi. Henüz mezun olmadığım gerçeği, şirketteki mimari beklentiler ve sert yapıları ile karşı karşıya kaldım. Bir aylık deneme süresinden sonra işten durduruldum. Bence bu da hayatımdaki güzel kırılma noktalarından bir tanesiydi. Muhtemelen orada kalsaydım biraz daha müteahhit tipi mimarlık üzerinden evrilecektim. Kendim de biraz da olsa farkındaydım ki orada çok mutlu değildim. Bu noktada hikayem senin ailen ile kesişti.


O dönemde Fevzi abi ve Münevver Hoca ile çok görüşüyorduk. Özellikle Fevzi abi ile devamlı konuşuyorduk. Onu arıyor ve ofisinize gidiyordum. O zamanlar siz Kumsal’da ilk ofisinizdeydiniz. Atölye – M’in yeni kurulduğu zamanlardı. Oraya gittiğimde mimari sohbetler yapıyorduk, hiçbir beklentim olmadan sürekli gidiyordum ve ofis ortamını deneyimliyordum. Bir gün Fevzi abiye ‘’Beni işe al’’ dedim. O da bana ‘’Daha yeni kurulduk. Önümüzü göremiyoruz’’ dedi. Münevver Hoca da çok temkinliydi. Ben yine de gitmeye devam ettim. Arada tasarım projeleri alıyor eve götürüyor ve geri getiriyordum. Bilmem hatırlar mısın ofiste duvarda asılı, serbest el çizilmiş küp bir ev vardı onun yanında da bir yelkenli çizimi. O mesela benim çizimimdi. Orada uzun süre asılı kaldığını hatırlıyorum. Bir süre Atölye – M’de bu şekilde devam ettikten sonra bir gün Fevzi abi bana ‘’Erçim tamam’’ dedi. ‘’Maaşını belirle ve gel başla’’ dedi.

Tamam dedim. Zannediyorum bir gün gittikten sonra Fevzi abi bana bir opsiyonum daha olduğunu söyledi. Güney’de Socrates Stratis diye bir mimar olduğunu ve onunla görüşmek isteyip istemediğimi sordu. ‘’Senin için çok farklı bir gelişme olabilir’’ diye de eklemişti. Yine tamam diyerek Socrates ile görüşmeye gittim. Ofis tamamıyla mimari yarışmacı bir ofisti. Bir İtalyan meslektaşım vardı, bir İspanyol meslektaşım vardı ve Socrates vardı. Uluslararası kimliği olan bir ofisti. Görüşmeden sonra Fevzi abi ve Münevver Hoca’ya dedim ki ‘’Sizin için sakıncası yoksa gidiyorum’’. Bu yönlendirme sonrası ben Socrates ile çalışmaya başladım. Bunu vurgulayarak söylemek istiyorum, bence mimarlığı bana Socrates öğretti. Çok net. Birçok şeyi orada öğrendim. Örneğin kentsel ilişki ile mimarlık, kent ölçeğinde bina tasarımı, insani kaygı ve özellikle mimarlıkta yarışmak. Ben orada çalışmaya başladığımda ofis Europan 4’ü kazanmıştı. Heraklion Kültür Merkezini çiziyorlardı (Redevolepment of Heraklion Old City Waterfront) ve ben de işe o proje ile başladım.


Ardından Eleftheria Meydanı yarışması açıldı. O yarışmada, o ekiple ikinci olmuştuk. O ofis bana mimarlıktaki yarışma kültürünü aşıladı. Orada çalışmaktan çok mutluydum. Ama bu arada da mezuniyet projemi bitirdim, üniversite bitti ve yüksek lisans için araştırmalarıma başladım. İki okula başvurdum. Bir tanesi AA – Architectural Association (The Architectural Association School of Architecture in London), diğeri de UCL- The Bartlett School of Architecture. İkisi de Londra’da olan okullardı. AA’dan kabul geldi fakat özel bir okul olduğu için istediğim programın senelik ücreti 15.000 Pounddu. UCL’den de ne yazık ki ret almıştım.

Eleftheria Meydanı Maketi


Döndüm Socrates’e dedim ki ‘’AA’nın istediği rakam çok ciddi bir rakam. Gidemem. Diğerinden de ret aldım, bu ikisine gidemeyeceksem yüksek lisans yapmak istemiyorum. O yüzden kalacağım ve seninle çalışmaya devam edeceğim’’. O da o dönem doktorasını yapıyordu ve akademiye de çok önem veriyordu. Bana ‘’Eğer burada kalmaya karar verirsen seni işten çıkarırım’’ dedi. Bana Mackintosh School of Architecture- The Glasgow School of Art’a başvurmamı söyledi. Araştırdığımda gördüm ki o da üniversite sıralamalarında yine iyi bir okul olarak üçüncü sıradaydı. Hiç düşünmemiş olmama rağmen, yine ‘bazen kötü şeylerin iyi şeyler için olduğu’ düşüncesi ile başvurumu yaptım. Mackintosh aslında tam da benim tarzıma uygun bir okuldu. Oranın Art Nouveau ve Modernist geçmişi beni etkilemişti. Oradaki bütün hocalarımız, Andy MacMillan, Isi Metztein ve Johnny Rogers İskoçya’nın öncü modernistleriydiler. Bu üstadlardan aldığım eğitim mimari kimliğimin oluşmasına çok yardımcı oldu. O dönem, Kıbrıs’ta Mimarlar Odası yarışmalar açmaya başlamıştı. Socrates’ten de aldığım kültür ile birlikte Cumhurbaşkanlığı, Dr. Fazıl Küçük, El-Sen ve Vakıflar Bankası yarışmalarına Glasgow’da okurken hazırlandım ve girdim. Hepsinden de ikincilik ve üçüncülük ödülleri aldım.


Akademi, yarışmalar ve tasarım sayesinde kimliğim daha da oturmaya başlamıştı. Mackintosh’un da verdiği o modernist karakter sentezlenmişti. Aynı üniversitede doktoramı yapmaya karar vermiştim. O dönem tekrardan Fevzi abi ile iletişim kurdum. O da Sheffield’da okuduğu ve benim karakterimi de bildiği için Sheffield’ın bölüm başkanı Bryan Lawson’u araştırmamı ve okumamı önerdi. Okur okumaz doktoramı tasarım bilim dalı üzerine, tasarım süreci ve metotları üzerine yapmaya karar verdim. Bu da beni daha da fazla şekillendirdi. Bir tasarım yetim vardı fakat tasarımın teorik kısmına da yüksek lisansım ve doktoram ile el atmış oldum. Tamamıyla mimarların düşünce biçimi, yani doğrudan mimarların aslında zihin tasarım haritalarının nasıl oluştuğu ve verdikleri kararların nerelerden etkilendiği, beynin çalışma biçimi ve yaratıcılığın nasıl oluştuğu gibi olgular doktoramı oluşturdu diyebilirim. Doktoramdaki çok önemli bir karakter olan Paul Stallan (İskoçya’nın en iyi mimarlarından bir tanesi) üç kere RIBA altın ödülünü kazanmış birisiydi.


Vaka çalışmamı Paul Stallan üzerine yapmıştım. Onun tasarım haritasını inceledim. Onun tasarım biçimi ve yaklaşımı da beni en çok etkileyen yani yine o kırılma noktalarından bir tanesi olmuştu. Hatta yayınlanmış bir makalemde Paul Stallan’ın kendi tasarım sürecini anlattım. Gerçekten çok değerli bir mimarı araştırırken çok değerli bir süreç yaşadım. İşte böylelikle tüm bu deneyimlerim birbiri ile sentezlendi ve sonuç olarak KKTC’ye geri dönüş yaptım.


İskoçya


Adaya geri dönüş yaptıktan sonra burada nerede akademisyen olabileceğim konusu gündeme geldi. Tüm üniversiteler ile görüştüm. O zaman Gazi Üniversitesi’nden gelen Profesör Tanju Gültekin Lefke Avrupa Üniversitesi’ndeydi. Aynı şekilde babam Dr. Mehmet Uluğ’un çok yakın bir arkadaşı olan Dr. Ali Fuat Atalay da Tanju hocamı yakından tanıyordu. Üniversiteler ile görüşmeye gidip görüşmeden çıktığımda Tanju Hoca beni sürekli arıyordu. ‘’Daha karar vermedin mi? Lefke’ye gelmiyor musun? Sen daha başka yerlere mi bakıyorsun?’’ diye bana sorular soruyordu. Belli ki arkadan birileri ona bilgi veriyordu 😊. Yaşlılar meclisi olarak babamla birlikte arkadan benim hiç haberim olmadan planlar yapılıyordu 😊. Bu meclisin içerisinde çok sevdiğim hocam, abim ve meslektaşım Ekrem Ziver Bodamyalızade de vardı. O dönem Lefke’nin yeni eğitmenlere inanılmaz ihtiyacı vardı. Mimarlık bölümünde kadro çok eksikti ve net kadro oturmamıştı. Sonuç olarak üç seçeneğim vardı: Lefke Avrupa Üniversitesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi ve University of Nicosia. Lefke’nin ihtiyaçlı olması beni oraya yönlendirdi. O dönem, bir faydam olacaksa ihtiyacı olana faydam olsun diye düşünerek dümeni Lefke’ye kırdım. Orada 4 sene çalıştıktan sonra mimarlık ve içmimarlık bölümlerinin başkanlıklarını yaptım. Daha sonra da Mimarlar Odası’na girdim ve orada da 8 senelik bir emeğim oldu.


Lefke Avrupa Üniversitesi


Mimarlar Odası’nda 4 sene boyunca yönetim kurulu üyeliği yaptım. 4 sene de genel sekreterlik yaptım. 8 senelik özverili hizmetin ardından bir süre kendi halimde kalmaya karar verdim. Mimarlık Bölüm Başkanlıkları ve yönetim kurulu görevleri, bu pozisyonlarda olmanın ve bir makamı yönetmenin getirdiği sorumluluklar ve yükler ile beraber oluşturduğu insani ego vardır. Makamların Bu insani duygu ile beraber bu makamların getirdiği sıfatlardan arınmak isteği ile bu görevlerden bir süre uzaklaşmak istedim ve ardından da bu arınma duygusu ile mimari pratiğime ağırlık verme kararı aldım. Söylemin eyleme dönüşümüne niyet ettim. Her ne kadar da LAÜ Hukuk Fakültesi ve KTAMS binaları bu 8 senenin ürünleri olsalar da tam olarak ‘Erçim Uluğ Mimarlık’ olarak kimliğimin oluşumu aslında 2017’den sonra başladı. Yani geçtiğimiz son 5 senede. Bu süreç içerisinde de çok ince bir kırılma noktası var: Bölüm başkanlıklarının sona ermesi, oda yönetim kurulu görevlerinin devri ve pandemi süreci. Tam olarak üçünün kırılma noktası benim mimari pratiği güçlendirmeme yol açtı ve sebep oldu.


KTAMS Binası






LAÜ Hukuk Fakültesi




LAÜ Hukuk Fakültesi Bina Çizimleri


Pandemi döneminde yazdığım ve biraz da bu süreçlerden bahsettiğim bir kitabım var. Henüz yayınlanmadı, şu anda basım aşamasında. 3² (Üçün Karesi) isimli bir kitabım var. Kıbrıs’a döndükten sonraki 9 senemi biraz özetliyor. Kitabın ismi de buradan geliyor. Aynı zamanda dokuz sayısı hem yeni bir başlangıç (çünkü 1’den 9’a tek basamaklı sayılar biter) hem de bir bitişi temsil ediyor. Bu kitap ile 9 yılın özeleştirisi ile kendimi anlatmaya çalıştım ve tekrardan kendimde bir yapılandırmaya girdim.


Üçün Karesi, Kapak

Üçün Karesi, İçindekiler ve Önsöz


Şu anda 9 senenin sonunda bu noktadayım. Konuştuğumuz gibi iş hayatımda sevdiğim meslektaşlarım ile birlikte yürüttüğümüz projelerimiz var, kendimin tek yürüttüğüm projelerim var ve akademi var. Hem akademi hem de pratiğin ayrılmaz bir ikili olduğunu düşünüyorum. İkisinin birbirini beslemesi gerektiğine inanıyorum. Sadece akademide kalarak pratik ile yoğrulmayan bir kişi olsaydım mimarlığı öğrencilerime nasıl öğretirim diye hep sorguladığım bir tarafım vardır. O yüzden pratikte öğrendiklerimi akademiye yansıtmaya ve akademide öğrendiklerimi de pratiğime yansıtmaya devam ederek yürümeye çalıştığım bir yoldayım.


JD: Öncelikle şunu söylemek istiyorum: Kitap gibi konuşuyorsun. Seni dinlemek gerçekten çok zevkli. Temiz ve akıcı bir anlatım dilin var.


EU: Teşekkür ederim.


JD: Harika! Tabi ki birbirimizi biliyorduk, tanışıyorduk ama bu kadar çok yönlü bir insan ve mimar olduğunu bilmiyordum.


EU:Evet daha önce hiç sohbet etme fırsatımız olmadı.


JD: Eğitim hayatın ve mesleki hayatın boyunca birçok rol deneyimledin ve gözlemledin. Şu anda akademi ve pratiğe odaklanmış durumdasın. Biri senin için öne geçiyor mu?


EU: Dönem dönem. İki şapkam var. Hangisinin ihtiyacı varsa o öne geçiyor. Hiçbiri diğerinin gölgesinde kalmıyor. Aslında tam da orada bir denge unsuru var çünkü günün sonunda tam zamanlı bir akademisyen olarak görevlerim var ve bu görevleri suiistimal etmemem gerekiyor. İşimi yapmam gerekiyor. Diğer taraftan da zaten çok fazla boş durabilen bir insan değilim. Her zaman boş bir zamanım olduğunda o zamanımı üretmeye harcamak istedim. Üretmediğim zamanlarda kendimi mutsuz hissediyorum ve üretmek beni bir şekilde tatmin ediyor. O yüzden o üretme duygusunu yakalamak için mimarlık ile beraber birçok farklı aktivitelerle hayatımı tamamlamaya çalışıyorum. Oturmak bana göre değil.


JD: Belli oluyor! 😊 İkinci sorumuza geçerek yavaş yavaş biraz daha derinleşelim. İşletmeni veya kendini üç kelime ile tanımlayabilir misin?


EU: Sırasından emin değilim. Ama kesinlikle hümanist. Hatta hümanist en başta geliyor. Türkçe karşılığı insan odaklı. Hümanist, özgür (hür) ve özgün. Birine bağlı olmadan özgür ve bağımsız.


Bu üç kelimenin hayatlarımızda da çok önemli birer kelime olduklarına inanıyorum. Özgür ve hür olmak tabi ki herkesin hakkı. Meslekte de yaratırken özgür olmak ve özgün olmak demek, kendinize öz olmak demek. Bir başka deyişle, yarattığımız şeylerin patates baskısına dönüşmeden yani klişeleşmeden (çünkü sonuçta karşınızdaki insana bir servis veriyorsunuz ve bu profesyonel bir servis olmalı – kişinin gerçekten ihtiyacını algılayıp, tarzını algılayıp ona özgü bir şey yaratmanız gerekiyor) özgün bir biçimde işverene ulaştırılması çok önemli. Ne yaparsak yapalım insan ve insanlık için yaptığımızı unutmamamız gerekiyor. Mimarlıkta çok ince bir çizgi var. Ego. Kendiniz için mi, yoksa işvereniniz için mi iş yaptığınızı belirleyen çok ince bir çizgiden bahsediyorum. Bazen egoya yenik düşülebiliyor. Ona yenik düşmeden, insan odaklı olmayı unutmamak gerek diye düşünüyorum.


JD: Ego ile ilgili bu bahsettiğin farkındalıkları ne zaman yaşadın? Kırılma noktasına gelişin nasıl oldu?


EU: 2012 yılında, felsefe ile ilgilenmeye başladım. Hobi olarak başlayan okumalarım, son 10 yılda beni farklı bir insana evirdi. Daha derin ve felsefi okumalar yapmaya başladım. Platon’un iyi bir hayranıyım. Eflatun’un kendi içerisindeki felsefenin tanımları, erdemler, etik duruşlar ve davranışlar gibi konular hakkında okuduklarım benim bugünkü karakterimi oluşturdu.


JD: Tarzını nasıl tanımlarsın?


EU: Mimari tarz olarak modernizmin ölümsüz olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar da modernizm yıllar içerisinde evrilse de örneğin postmodernizm, konstrüktivizm, fütürizm gibi akımlar gelip gitse de her seferinde dönüp baktığımda modernizmin ne kadar ölümsüz olduğunu algılıyorum. Son dönemlerde de birçok taktir edilen projeyi incelediğimde, aslında modernizmin ve yalınlığın aslında geri geldiğini ve mimarlığın özünü oluşturduğunu çok net görebiliyorum. Örneğin en basiti, son zamanlardaki Pritzker ödüllerine bakıyorum. Son zamanlardaki RIBA altın madalya ve uluslararası ödüllerine bakıyorum. 1997 Bilbao etkisinden sonra ortaya ikonik bir bina akımı çıkmıştı. Guggenheim’in çılgınlığı, ardından Bilbao’da oluşan endüstriyel bir şehrin dönüşümü, bütün Avrupa’yı etkiledi. Avrupa bu dönüşüme çok özendi ve bütün bu yıldız mimarları bu şehir dönüşümleri için kullanmaya çalıştılar. Dolayısı ile o dönemde çok çılgın binalar ortaya çıktı.


Bilbao Guggenheim, Fotoğraf Kaynağı: https://www.guggenheim-bilbao.eus/en/the-building#gallery-5


EU: Sonra 2007’deki ekonomik krizden sonra bu binaların uygulanabilir (fizibıl) olmadığı görüldü. Avrupa bu binaların oluşumu için milyonlarca dolar harcadı. Fakat bu binaların insan ölçeğinden çok uzak, kullanım ve estetik arasında uçurumlar oluşturan binalar olduğunu fark etti. Tüm bu binalar Bilbao kadar başarılı olamadı. Çok fazla estetik kaygının öne çıktığı, şekilciliğin öne çıktığı binalar oluştu. Ne yazık ki o dönemde, Pritzker ve RIBA bu tarz binaları taçlandırdı.


Son dönemlerde, özellikle Pritzker ve RIBA ödüllerine bakarsanız bütün seçilen binaların ne kadar insan odaklı ve daha fazla sürdürülebilirlik ve ekolojiye uygun binalar olduğunu görebilirsiniz. Bugün konu bizim ürettiklerimizin aslında insanlara ve insan kullanımına özgü olması gerektiğine geldi. Aynı şekilde konu, binalarda yerel malzemenin kullanımının bahsettiğimiz gibi özgün olmakla birebir ilişkili olmasına geldi. Bugün Kıbrıs’ta titanyum malzemesini kullanıyorsanız bu ne kadar özgün bir duruş?

Aslında yaratıcılığın zirveye ulaştığı noktada, yaşadığımız yörenin kendi içerisinde kendi kimliğini yansıtacak bir materyali orijinal şekilde kullanmak var. Kesinlikle son 4-5 yılda hep bu tarz binaların tekrardan taktir edildiğini gözlemliyorum. Bu binaların çizgilerine baktığımızda modernizmin oluşturduğu prensipleri görebiliyorum. Bu bir kere daha bize şunu ispatlıyor: modernizmin ne kadar ölümsüz olduğunu.


Tabi ki modernizmin de uç tarafları var. Örneğin modernizmin brütalist tarafa gidişi. Brüt betonun ve betonun kendisinin getirdiği soğuk duruş. Bu da modernizmin çok ekstrem bir tarafı. Örneğin Richard Meier’in binalarına baktığımızda aslında yalınlık ve insan ölçeğinin ne kadar güzel düzenlendiğini çok net görebiliyoruz. Yani bence, modernizmin gerçek prensiplerine odaklandığımızda ve ekstreme götürmediğimizde mimarlığın özünün modernizm olduğunu düşünüyorum.


JD: Anladığım kadarıyla tarzını bu şekilde tanımlıyorsun.


EU: Kesinlikle. Aynı zamanda bağlam da çok önemli. Arazi (arazinin kendi ruhu) ve bir de işverenin ruhu. Yani tarzımı belirleyen üç tane olgu var diyebilirim. Bağlam, fonksiyon ve estetik. Bağlam araziden geliyor, fonksiyonun karakteri işverenden geliyor ve estetik de mimarın yaratma gücünden geliyor. Bunları doğru analiz ederseniz o zaman bana göre mimarlıkla oynamaya başlıyorsunuz.


JD: Evet. İşveren demen dikkatimi çekti, müşteri demedin.


EU: Evet kesinlikle. Bakkaldan elma almıyoruz çünkü 😊.


İngilizce ’de ‘client’. Tam karşılığına baktığınızda bu Türkçe ’de ‘işveren’ olarak karşılık buluyor. Doktorun müşterisi değil de hastası olduğu gibi, bizim de işverenimiz vardır. Sizin tarzınız ve duruşunuzu beğenen bir kişinin size iş verdiğini düşünürsek, özellikle işveren kelimesini kullanmaya dikkat ediyorum.


JD: Güzel. En çok kimden veya nelerden ilham alırsın?


EU: Genellikle ilham aldığım iki nokta var. Bir işverenden bir de az önce bahsettiğim üç olgudan (bağlam, fonksiyon ve estetik). İşverenin kendi karakteri çok önemli. Çünkü özgün bir şey yaratmak istiyorsanız işvereninizi çok iyi analiz etmeniz gerekiyor ve onun kendine özgü karakterini ortaya çıkarmanız gerekiyor. Bu çok kolay bir iş değil. Çünkü bazen insanlar kendilerini anlatmayı çok iyi başaramıyorlar. Buna çözüm olarak, uzun sohbetler, resmi değil de daha çok resmi olmayan sohbetler yapmak gerekebiliyor. Cımbızla bir şeyleri çekmeniz de gerekebiliyor ama bunu başardığınızda yani işverenin özgün karakterini bulduğunuzda, bana göre, o kişiye özel tasarım yarattığınız esas noktaya ulaşıyorsunuz. Bağlam da aynı şekilde. Her arazinin farklı kısıtlamaları var. Tasarımın da bu kısıtlamalara ihtiyacı var. Çünkü mimarlık bir matematik problemi gibi değil. İki artı iki dediğimizde sonucu çok belli ve net bir problemden bahsediyoruz. Mimarlık işinde, 10 kişiye bir bina ya da konut tasarla dediğinizde, 10 farklı bina ortaya çıkıyor. Neden? Çünkü biz o problemi alıyoruz, kendi düşüncelerimiz ve yaptığımız analizlerle tekrardan strüktüre ediyoruz. Bunu yaparken, hangi olguları yani kısıtları ön plana çıkardığımız sonucu büyük ölçüde etkiliyor. Bu nedenle, yeniden strüktüre etmek ve kısıtlamaları belirlemek çok önemli.


JD: Burada biraz süreçlerden bahsetmeye başladık. O yüzden sorularımız arasından süreçle ilgili kısımlara geçebiliriz. Baştan sonra süreç nasıl ilerliyor? Bize tasarım sürecin hakkında biraz daha bilgi verebilir misin?


EU: Tabi. Açarak devam ediyorum o zaman. Çok önem verdiğim bir konudan bahsetmek istiyorum. Size gelen kişinin kesinlikle portfolyonuzu incelemiş olması gerektiğini düşünüyorum. Yani biri size iş vermek için ulaşıyorsa, bilinçli bir şekilde ulaşması gerektiğini düşünüyorum. Bunun aksi durumlarda, kesinlikle sürecin sorunlu ilerlediğini veya ilerlemediğini söyleyebilirim. Bu bana göre çok net. Biri sizi araştırıp size gelmişse, belirli bir beklenti ve istek içerisindeyse, orada zaten en baştan bir uyum yakalıyorsunuz. Bunun ardından da işvereninizi tanıma süreci geliyor.


JD: Sürecin başı, kendi deneyimlerinden süzecek olursan, senin için bu şekilde gelişiyor mu?


EU: Şu anda evet. Bunun tabi ki de kolay bir şey olduğunu düşünmüyorum. Meslek hayatımda 11 yılı dolduruyorum. 11 yılın sonunda yavaş yavaş bu noktaya gelmeye başladım diyebilirim. Bunda (her ne kadar ilk başlarda karşı çıksam da) sosyal medyanın da büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Artık bazı şeyler daha fazla erişilebilir veya daha fazla görülebilir oldu. Sosyal medya dışında, binalarınızı inşa ettikçe o binaların görünmesi ve beğenilmesi de büyük bir artı.


Süreci anlatmaya devam edecek olursam, işveren geldikten sonra onu tanıma süreci başlıyor. Kesinlikle arazinin gidip görülmesi gerekiyor. Arazinin size söyledikleri veya fısıldadıkları, ortaya koyduğu kısıtlar (yani arazinin yerinden tutun da içerisindeki bir ağaçla veya binayla ilişkisi, iklimi ve eğimi) size bir şeyler söylüyor. Bunları ortaya çıkardıktan sonra, işverenin istekleri görüşülüyor. Bu görüşmelerde elde edilen bilgiler ışığında detaylı bir ihtiyaç listesi yapılıyor. İhtiyaç listesinin kesinlikle göz ardı edilmemesi gerekiyor.

İhtiyaç listesi konusu gerçekten çok önemli. Kaç yatak odasına ihtiyaç olduğunu sorgulamaktan ve konuşmaktan öte, her yatak odasının karakteri ve kimin kullanacağı konularını da detaylı bir şekilde konuşmak gerekiyor. Kullanıcı kim? Çocuk da olsa, 5-6 yaşlarında veya 12 yaşında da olsa karakteri nasıl? İstekleri nelerdir? Ailenin yaşam tarzı nedir? Bunları tek tek anlayıp, örneğin mutfak deyip geçmemek gerekiyor. Mutfağı kullanacak kişilerin karakteri ve mutfağı nasıl kullanacakları ile ilgili topladığımız bilgiler ile birçok şeyi şekillendirebiliyoruz. Bu yüzden, analiz dediğimiz kısmın bence uzun tutularak, kısıtların çok net belirlenmesi gerekiyor. Tüm küçük detaylar birleşerek size büyük tabloyu gösteriyor. Bu tabloyu ele aldığınızda, mimar olarak tarzınız aracılığıyla tüm veriyi bir tasarıma yansıtıyorsunuz.


Tasarıma başladığımda süreç benim için skeç ve maket yapmakla başlıyor. Hala daha maket yapan birisiyim. Bir şekilde maketin fizikselliği, kesmesi, biçmesi ve yapıştırması benim yaratıcılığıma çok iyi geliyor. Maket yaparken çok daha rahat düşünebiliyorum. Sanırım bunun nedeni sürecin biraz daha yavaş ilerlemesi. Maket aracılığı ile araziyi bile oluştururken bir anda yapamadığım için, maketle geçirdiğim uzun süre boyunca araziye karşı bir aidiyet geliştiriyorum. Katmanları oluşturuyorum, araziyi oluşturuyorum, yolu yapıştırıyorum ve doğal olarak düşünme sürecimi de uzatıyorum. Bu da benim yaratıcılığımı tetikliyor.


Skeç ve maket paralel ilerliyor. Çizimler makete, makette oluşturduklarım da skece yansıyor. Daha sonra bunlar AutoCAD ortamına yansıyor. Öncelikle iki boyutlu bir tasarım oluşuyor, ardından taslak bir plan ortaya çıkıyor ve en son da tasarımı üç boyuta aktarıyorum. Bu son aşamada, Sketch Up’ı bir tasarım partneri olarak kullanıyorum diyebilirim.



EU: Üç boyut aşamasından sonra da teknik çizimlere odaklanıyoruz. Tüm bu süreçler işverenle paylaşımı da içeriyor. Özellikle skeç ve maket aşamasında (ilk başta) paylaşımın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Esasen de tasarım kurgusunu (konsept veya mimari senaryo) işverenle paylaşmayı çok değerli buluyorum. Kurguyu işverenle paylaşmadığınız zaman, işverenininiz bir şeyleri değiştirmek isteyebiliyor bu da binanın değişimine yol açabiliyor. Siz en baştan kurguyu işvereninizle paylaştığınızda, ona kurguyu sahiplendirdiğinizde o da kurgunun ne kadar önemli olduğunu anlıyor ve bu da ileriki tartışmalarda kurgudan uzaklaşmamaya büyük ölçüde yardımcı oluyor. O yüzden sürecin en başından işvereni konuya dahil etmek çok önemli. Final ürünü göstermek yerine en basit çizimden başlamak çok önemli.


Vita Felice


Villa Agridia


Villa Yüksel


JD: Hizmetlerinize kontrollük süreci de dahil mi?


EU: Evet. O sürece de dahiliz. Hatta sözleşmelerimizde kontrollüğü şart koyuyoruz. Bunu özellikle istiyoruz çünkü bina yapılırken gerek müteahhit gerek ayrı ayrı anlaşmalar söz konusu olsun, yapım işleri ile uğraşanlar genellikle işi bir an önce bitirmeye odaklanıyorlar. O yüzden çok da bizim tasarladığımız binaların detaylarına önem verilmiyor. Yani kısacası, gidip kesinlikle kontrol edip doğru yapıldığından emin olmamız gerekiyor yoksa binanın başka bir şeye evrilmesi kaçınılmaz oluyor.


JD: Emekleriniz boşa gitmiş gibi bir şey oluyor.


EU: Evet. Günün sonunda, kâğıt üzerinde duran şey mimarlık değil. İnşa edilen şey mimarlıktır. Kâğıt üzerinde muhteşem durmuş, muhteşem bir üç boyut üretmişsiniz ama reelle üç boyutu yan yana koyduğunuzda eğer uyuşmuyorsa, hiçbir değeri yok. Günün sonunda mimarlık inşa edildiğinde mimarlık oluyor.


JD: Çok doğru diyorsun. Peki sürdürülebilirlik konusunda ne düşünüyorsun? Aynı zamanda malzeme kalitesi ve ustaların işçiliğinin kalitesi bu konuya nasıl yansıyor sence?


EU: Bana göre sürdürülebilirlik mimarlıkta zaten olması gereken bir şey. Tasarımın sürdürülebilir olması lazım. Bu konuya genel algıdan uzak, farklı bir bakış açısıyla da yaklaşmak çok önemli. Genelde sürdürülebilirlik yeşil mimari olarak da algılanıyor. Fakat ben bu konuyu mekânsal olarak da çok önemli buluyorum. Binanın zaman içerisinde yaşama ve hayata adapte olabilmesi gerekiyor.


Tasarladığınız bir bina şu anki yaşam standartlarına çok uyuyor olabilir. Fakat 5 sene sonra, kişinin yaşamı evrildiğinde ve değiştiğinde, (bunun en basit örneğini pandemide gördük – bir anda yaşamlar değişti) yaşadığınız ev sizinle birlikte evrilemiyorsa o zamanın ihtiyaçlarına ayak uyduramıyorsa demek ki o ev sürdürülebilir bir ev değil. Mekanların değişebilmesi ve evrilebilmesi de sürdürülebilirliğin bir parçasıdır. Bu, kamusal binalarda da çok önemlidir.


JD: Peki bu sürecin en sevdiğin kısmı nedir?


EU: İletişim. Paylaşım. Hem işverenle hem de iş ortakları ile paylaşım. İş ortakları derken, sadece mimari iş ortaklarından bahsetmiyorum. Aynı zamanda inşaat mühendisi, makine mühendisi ve elektrik mühendisi ile olan paylaşımlardan bahsediyorum. Tüm bu saydığım kişilerden bir şeyler öğreniyorum. Hem öğreniyorum hem de bir şekilde işverenime mimarlık adına bildiğim şeyleri yansıtmaya çalışıyorum. Bizim toplumumuzda buna çok ihtiyaç var. Öyle bir eğitim müfredatından geçiyoruz ki, fen bilimleri ön planda, edebiyat ön planda fakat tasarım adına tek bir eğitim bile yok. Buna rağmen bu toplumda insanların tasarımı anlamasını bekliyoruz. Mimar olarak diyoruz ki, toplum tasarıma saygı göstersin ya da tasarım talep etsin. Biz bu insanlara bu noktada herhangi bir öğreti vermiyoruz ki. İnsan bilmediği şeyi nasıl talep edebilir? Bu yüzden biz mimarlıkta iki konu ile maalesef çok ciddi savaş veriyoruz. Birincisi, mimarlık mesleği ile hayatımızı idame etmeye çalışıyoruz. İkincisi de insanlara mimarlığın ne olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Mimarlığın takdir edilmesini istiyorsak, önce mimarlığa karşı bir saygı ortamı oluşturmamız gerekiyor. Bu oluşmazsa zaten günün sonunda herkes ‘’Ben bir ev yapacağım. Ev yapmak için bir mimara ihtiyacım var. Ben söylerim o çizer’’ diyor.


Bunu anlatan çok güzel bir karikatür var. İki tane mağara adamı kare bir tekerleği itmeye çalışıyor, diğer adamcık da yuvarlak bir tekerlek icat etmiş, ‘’Bunu kullanın bu dönüyor’’ diyor. Kare tekerlekle uğraşmaya devam eden iki adam da dönüyor ve ona ‘’Hayır teşekkürler, şu anda çok meşgulüz’’ diyor. Biz de bu noktadayız. İnsanların hayatlarını kolaylaştırmak için veya hayatlarına kendi kimliklerini yansıtabilmelerine yardımcı olmak için bir şeyler öneriyoruz fakat bu insanlar bu önerilerin hayatlarını iyi yönde nasıl etkileyeceklerini bilmediği için sizi orada bir külfet olarak görüyor. Tam anlamıyla içinde bulunduğumuz durum bu.

JD: Güzel anlattın. Yaptığın işi yapmanın en keyifli yanı nedir?


EU: Yaratmak. Bu beni besleyen bir şey. Mimarlıkta en fazla beslendiğim şey nedir diye sorarsan, yaratmak derim. Ki burada da daha önce bahsettiğim gibi çok ince bir çizgi var: ego. Ben kendi adıma evrenin bir yaratıcısı olduğuna inanıyorum. Evrenin bir mimarı olduğuna. Buna tanrı da diyebilirsiniz, Allah da diyebilirsiniz fark etmez çok da önemli değil ama bir yaratıcının olduğuna inanıyorum. Bu yaratıcı, bu evreni ve dünyayı yarattı. Şu anda etrafımızda gördüğümüz doğa, yani ağaçlardan tutun da dağlara kadar, bunlar yaratıldı. Biz de mimar olarak bu yaratmanın üzerine veya arasına ek olarak bir şeyler yaratıp inşa ediyoruz. Düşündüğünüzde bir şekilde kendinizi tanrı ile böyle eş bir noktaya getiriyorsunuz. Bu ince çizgi çok tehlikeli. Çünkü yarattığınız şey doğal çevreyi yıllarca etkiliyor. Bu yüzden de az önce sorduğun ‘işletmenizi 3 kelime ile tanımlar mısın?’ soruna, insan odaklı diyerek verdiğim cevabıma ‘doğaya duyarlı’ diyerek bir ekleme yapmak istiyorum. Yarattığımızın insana ve doğaya zarar vermemesi ve uzun seneler boyunca sürdürülebilir bir şekilde kullanılması çok önemli. Yaratmak çok zevkli fakat aynı zamanda da tehlikeli. Bunu unutmadan yaratmak gerekiyor.


JD: Kıbrıs pazarı için nasıl tasarımlar yapıyorsun özellikle dikkat etmen gereken bir şey var mı?


EU: Sanırım daha fazla işverenin talebi ve benim mimari inançlarım yani tarzımın birleştiği noktada hareket ediyorum diyebilirim.


Kıbrıs’ta savaş sonrası gelişen ve hala daha da gelişmekte olan bir apartman kültürü var. Apartman yaşamları. Bu apartmanlar yaşamı genelleştiren ve belirli bir çerçeveye sığdırmaya çalışan bir mimarlık anlayışıyla doğdu. Bunun sonucunda da kötü terminolojiler ortaya çıktı. Örneğin ‘’2+1 satın alıyorum’’ veya ‘’3+1 satın alıyorum’’ gibi. Hepimizin sabah kalkıp giydiğimiz kıyafetlerimiz bile farklıyken, yaşam tarzlarımız, konuşma tarzımız bile birbirinden farklıyken nasıl olur da hepimizin yaşamını 2+1 ve 3+1’lere sığdırabiliyoruz? İşvereniniz size ‘’ben üç yatak odalı bir ev istiyorum’’ dediğinde aslında kendini bir kalıbın içine sokmaya çalıştığını görmeliyiz. Piyasada, yine bu örneklerdeki gibi ‘’ben 200 m² bir ev istiyorum’’ veya ‘’evim maksimum 300 m²’yi geçmesin’’ veya ‘’300 m² bir evi kaça çizersin?’’ gibi söylemler hâkim. Bu tanımlamaların dışına çıkarak, işvereninize güzel bir dille bunları boş vermesi gerektiğini anlatın. Ondan size yaşamını anlatmasını rica edin. Sizin de ona, onun yaşamına özgü bir tasarım ortaya koyacağınızı anlatın. Genellikle benim tüm tasarladığım konutların bir ismi olur. Örneğin ‘Vita Felice’ diye isimlendirdiğimiz bir konutumuz var. ‘Mavera’ isimli, ‘Agridia’ isimli konutlarımız var. ‘Muzica’ bunlardan bir diğeri. Bu kelimeler ve isimleri aslında işverenin kendi özünden ortaya çıkıyor. Sonuç olarak bu soruna verebileceğim cevap: İnsanları kalıplaşmış söylemlerden uzaklaştırarak onları kendi özlerini keşfetmeye davet etmek çok önemli.


JD: Bir nevi işverene ayna tutmaktan mı bahsediyoruz?


EU: Karşılıklı bir ayna tutma durumu var. Ayna siz ona nasıl bakarsanız size o şekilde yansır. Burada siz işvereninize bir yansıma yapıyorsunuz o da size bir yansıma yapıyor ve iki taraflı bir dönüşüm gerçekleşiyor.


JD: İşverene bilmediği ve alışkın olmadığı bir yol gösteriyorsunuz.


EU: Genellikle öyle diyebiliriz. Arada çok bilinçli işverenler de çıkıyor. Kendi manifestosu ile gelen işverenim de oldu. Malzeme tanımından tutun da evin karakter olarak neye dönüşmesini istediğine kadar uzayan tanımlarla geldi. Bunun sebebi, işverenimin babasının da kızının da mimar olmasıydı. Bu işverenimin babası Kıbrıs’ın öncü mimarlarından bir tanesiydi. Az önce bahsettiğim eğitim ve tasarımın ne olduğunu öğrenme bu şekilde de gelişebiliyor.


JD: Biraz da teknolojiden bahsedelim mi? Teknoloji tasarım yapma şeklini değiştirdi mi ve nasıl değiştirdi?


EU: Skeç ve maket hala tasarım yapma sürecimde var ama kesinlikle kütle oluşumunda ve kütlenin detay oluşumunda bilgisayar destekli tasarım çok önemli bir faktör. Benim için ciddi bir tasarım partneri. Her ne kadar da geometrinin ana hatları maket ve skeç aracılığı ile ortaya çıksa da detaylar, oranlar, orantılar ve doluluk boşluk ilişkileri bilgisayar destekli tasarım ortamında gelişiyor. Bu da tasarım sürecimin yarısını oluşturuyor diyebilirim. Diğer yarısı da kesinlikle maket ve skeç. İkisi dengeli bir şekilde gidiyor.


JD: Teknolojik bir araç olarak değerlendirebileceğimiz üç boyutlu tasarım programlarını kullanmanın sence ne gibi dezavantaj ve avantajları olabilir?


EU: Üç boyutlu tasarım çalışmalarımızı işverenimize sunarken olabildiğince yalın sunumlar yapmaya çalışıyoruz. Hatta her zaman gelişmeleri aşama aşama sunmaya çalışıyoruz. Örneğin sürecin ilk başında eğer malzemeler binanın gerçek karakteri ile ilişkili değilse, beyaz bir modeli sunmayı tercih ediyoruz. Tasarım aşamasında iç mekân ve mimari birlikte gelişiyor. İkisi ayrılamaz. İç mekânı oluşturduğumuzda genellikle iç mekânda tüm mobilyaların ve malzemelerin beyaz olmasına en başta çok önem veriyorum. Bunun nedeni, işverenin kurgudan uzak küçük detaylara takılmamasını sağlamak. Bilgiyi aşama aşama ve yavaş yavaş sunmanın nedeni de bu. Ufak yönlendirmeler yapıyorum diyebilirim. İlk üç boyutlu sunumu ham bir Sketch Up modeli şeklinde sunarken süreçte son aşamaya geldiğimizde iç mekân görsellerinin sunumu ve malzeme sunumlarını yapıyoruz. İlk başta hedeflediğimiz final görseli, oluşsa bile sunmuyoruz. Sindirerek, benimseyerek ve sahiplenerek ilerlemeyi işverenimize özellikle aşılamaya çalışıyoruz. Bitmiş işi göstermek hiç beklemediğiniz detaylara takılmak demek oluyor. Örneğin bazen ‘’bu buzluk neden burada?’’ gibi bir soru gelebiliyor. Bunu engellemek adına hamdan detaylıya doğru bir geçiş yapıyoruz. Tabi ki bu da süreci uzatıyor o yüzden de bazen tasarımlar bir ofisten 1 senede çıkabiliyor.


JD: Üç boyutlu tasarımlar yapmak için çok ciddi bir emek ve zaman harcamak gerekiyor. Sürecin tarif ettiğin şekilde, kontrollü bir akışta gidişi bana çok mantıklı geldi.


EU: Çağa ayak uydurmak gerekiyor. Artık teknoloji olmazsa olmaz. Biz mimari sözleşmelerimizde hangi hizmetleri sunacağımızı en baştan net olarak yazıyoruz. En son aşamada üç boyutlu tasarım görsellerinin verileceğini ve 59 saniyelik küçük bir animasyon yapılacağını sözleşmemize yazıyoruz. Bunlar iş yapma süreçlerimizin olmazsa olmazı haline geldi. Biz de bunları yapmaktan çok büyük bir zevk alıyoruz tabi ki. Muhtemelen biz de çok zevk aldığımız için bunları süreçlerimize dahil ediyoruz 😊.


JD: Tasarım yapma şeklinizin bundan sonra nereye gideceğini düşünüyorsun?


EU: Muhtemelen yaşamla birlikte evrilecektir. Nasıl ki pandemi bizde bazı izler bıraktı ve evrildik, aynı şekilde yaşamı gözlemleyerek, insanı gözlemleyerek ve hayatı gözlemleyerek tüm bunlarla birlikte bir evrilme yaşayacağız diye düşünüyorum.


JD: Gözlem yapmaya her daim devam ederken, gözümüzü açık tutmamız önemli.


EU: Evet. Duymak değil dinlemek gerekiyor. Bakmak değil görmek gerekiyor. Gözlem yapmak, dinlemek çok önemli. Bence, hayatın bizi nereye götüreceğini anlamaya çalışmak çok değerli.


JD: Teknolojik araçlar arasında bulunan VR kullanıyor veya 360 derece mekân sunumları yapıyorsunuz… Biraz bunlardan da bahsedebilir misin?


EU: Bunları süreçlerimize dahil etmeye çalışıyoruz. VR ile çalıştığımız projelerimiz var. Fakat orada hala daha bir eksiklik hissediyorum. VR kullandığınız anda iletişimi yok ediyorsunuz gibi geliyor. Eğer işvereniniz VR gözlükleri kullanırken gördüğü şeyi siz de görebilirseniz o iletişimi koparmadan daha iyi bir deneyim yaşayabilirsiniz diye düşünüyorum.


JD: Eş zamanlı deneyim ve paylaşımı yakalamak gerekiyor…


EU: Evet. Ben biri bir şeyi gördüğünde gözlerindeki bakışı, suratındaki mimikleri ve tepkisini gözlemlemekten çok zevk alıyorum. VR ile sorunum da benden bunu çalması diyebilirim. Bu evrilirse ve ben hala bu gözlemleri yapabilirsem, süreçlerime daha fazla VR’ı dahil etmeyi istiyorum.


JD: Gelecek için planların nelerdir?


EU: Gelişmek çok önemli. Sana kendimi anlattım. Bu anlatıda bir öykü var. Bu öykünün de bir devamı olması gerekiyor. Sabit ve durabilen birisi değilim. Hayatımda sürekli bir şeyler değişiyor. Hem de dinamik bir şekilde değişiyor. Arada geçişler var, akademi var, pratik var özel hayatım var. Hepsinden de zevk almak gerekiyor. Bu dinamikler evrilerek bir yerlere doğru yol alıyor. Bu saydıklarıma farklı şeyler de eklenir mi? Muhtemelen eklenecek. Onun merakı içerisindeyim! Yani bu öykünün devamını besleyerek ilerletme arzum var. Soruna net bir cevap veremiyorum ama böyle düşünüyorum😊.


Ofis büyüsün, daha büyük işler yapmak istiyorum gibi bir cevabım yok. Öyküm devam etsin, güzel bir ilerleyişi olsun ve güzel bir sonu olsun. İsteğim bu.


Mesela özlediğim ve gelişmesini istediğim bir konu aklıma geldi. Yönetim kurulunda görev yaptığım süre boyunca büyük bir özveri yaparak mimari yarışmalardan uzak kaldım. Bu etik bir karardı. Yönetim kurulunda görev yapanların yarışmalara katılmaması yönünde etik bir karar almıştık. Şu anda gerçekten dört gözle bir yarışma açılmasını ve o yarışmaya katılmayı çok arzuluyorum. Yarışmaların özgür ve özgün olduğum yanlarımı ve tüm mimari kaygılarımı yansıtmak için çok değerli platformlar olduğunu düşünüyorum. Yarışmada dereceye giren bir projem olmasını ve o projenin inşa edilmesini arzuluyorum. Kıbrıs dışında yarışmalara katılıp deneyimler kazandık. Örneğin geçmişte Lübnan’da ve Türkiye’de açılan yarışmalara katıldık. Keşke Kıbrıs’ta daha fazla yarışma olsa da girsek ve deneyimlesek diye düşünüyorum. Ofisimiz neye evrilsin diye sorarsan ilerde yarışmacı bir ofise evrilmesini çok istiyorum.


Lübnan, Yarışma Teslimi


JD: Önümüzdeki birkaç yıl için beklentilerin nelerdir?


EU: Aslında öyle bir zamandayız ki uzun vadeli plan yapmak çok zor. Çok enteresan bir zaman içerisinden geçiyoruz. Gerek yakın coğrafyada olan siyasi ve politik konular gerek Kıbrıs’ta olan ekonomik durumlar hayatlarımızda bir belirsizlik yaratıyor. O yüzden ne ekonomik olarak ne de genel hayatım konusunda uzun vadeli bir plan bu aralar yapamıyorum. Bir iki yıl çok uzun vade değil fakat yine de çok fazla önümüzü görebildiğimiz bir dönemde değiliz. Bu yüzden de çok net bir çizgi çizemiyorum. Şu anda oluşturduğumuz mevcut çizgiyi biraz daha netleştirip köklendirmek istiyorum. Yani köklenmek diyerek soruna cevap verebilirim.


JD: Mesleğini yapmadığın zamanlarda zamanını nasıl geçirmeyi seversin?


EU: Dediğim gibi çok fazla yerinde duramayan bir insanım. Fiziksel olarak aktif olmayı tercih ediyorum. Hobilere çok önem veriyorum. Eşim Gülizar ile 12 senedir birlikteyiz ve yaşamımız paylaşım üzerine kurulu. Paylaşmayı seviyoruz. Örneğin arkadaşlarımız ile sosyalleşmek, uçurtma sörfü (kite surf) yapmak hobilerimiz arasında. Spor yaşamımızda çok baskın. Yoga ve crossfit sporları da özel zamanlarımızı renklendiriyor.


Crossfit ve Kitesurf


JD: Bu sporlardan biri ön plana çıkıyor mu?


EU: Hepsi beraber gidiyor. Örneğin doğa sporlarını doğa bize izin verdiği sürece yapabiliyoruz. İşin güzelliği de bu. Örneğin kitesurf yapmaya bugün karar verip de bugün gidip yapamazsınız. Rüzgâra ihtiyacınız var. Genellikle yazları Kıbrıs’ta rüzgâr daha aktif olduğu için yazın yapabildiğimiz bir aktivite.

Pandemiden önce Gülizar ile kış sezonlarında yaz sezonu olan yerlere gitmek gibi bir alışkanlığımız vardı. Örneğin Sri Lanka, Zanzibar, Boracay ve Kenya. Bunlar bu şekilde ziyaret ettiğimiz ülkeler. Bunlar dışında dediğim gibi, felsefeye de ilgiliyim. Yoga ile felsefenin kesiştiği nokta ve kişisel gelişim gibi alanlarla da desteklendiğimi hissediyorum. Son zamanlarda yogayı da hayatımıza koyduk. Bir de arkadaşlarımız ile doğada yürüyüş veya kamp gibi aktiviteler yapıyoruz.


Boracay ve Kenya


JD: Yaratıcı bir evde mi büyüdün?


EU: Evet. Babam cerrahtı. Annem de hukuk okudu fakat mesleğini hiç yapmadı. Ailemin geçmişten gelen bir ticaret merakı vardı. Ticaretin getirdiği bir yaratıcılık vardı diye düşünüyorum. Ticaretten dolayı yaşamımız devamlı evriliyordu. Aslında her ne kadar da ailemin standart meslekleri olsa da onların çok yönlü olmasını ben hep çok yaratıcı buldum. Diğer taraftan da baktığımda ailemde sanatla veya tasarımla ilgilenen biri yoktu ama onu engellemeye çalışan biri de hiçbir zaman olmadı. Bu açık fikirlilik beni olduğum noktaya getirdi. Hep şunu hatırlıyorum: her zaman yanımda bir resim defterim ve resim kalemlerim olurdu. Onlar benimle her yere giderdi. Herhangi bir şeye ilgim varsa ailem her zaman onu destekledi. Sevdiği şeyi yapsın dediler. Babamı düşündüğümde onun da yaratıcı biri olduğunu düşünüyorum. Babam kendi mekanlarını tasarlamayı çok seviyordu. Farklı hobileri ve ilgi alanları vardı. Örneğin kendi mahzeni vardı ve mahzenini kendince tasarlamakla uğraşmayı seviyordu. Seramik sürahilerinin üzerine resimler yapıyor onları boyuyordu, üzerlerinde dekorlar oluşturuyordu. Babamın böyle yönleri vardı.


JD: Mimarlık okumaya karar verdim dediğin zaman sana ne dediler hatırlıyor musun? Veya seni kendi mesleklerine yönlendirmek için herhangi bir şey söylediler mi? Doktorluk ve avukatlık ikisi de günümüzde hala daha aileler tarafından çocuklarına en fazla empoze edilmeye çalışılan meslekler arasında.


EU: Hayır. Ailem bu yönden çok rahat bir aileydi. Karne günleri karnemi aldığımda ben gelip annemle babama göstermezsem bana hiçbir zaman ‘getir karneni göster’ demediler. ‘Notların nedir?’ diye hiçbir zaman sormadılar. Ben gösterirsem gördüler. Bu çok büyük bir rahatlıktı. Onlar sormasa da ben gösteriyordum. Ara ara babama özendiğim ‘acaba hekim mi olayım?’ diye düşündüğüm zamanlar da oldu fakat en son kararımı lise 3’te verdiğimde ve mimarlık dediğimde ikisi de sıcak baktı. Sanırım bu biraz da mimarlık okuduğunuz zaman bitirdiğinizde o sıfatı elde edebilmenin de getirdiği bir kabullenişti.


JD: Mimarlık mesleğin boyunca hiç keşke doktor olsaydım dedin mi?


EU: Yo demedim. Hatta tekrar seçecek olsam gene mimarlığı seçerdim.


JD: Ne olmadan yaşayamazsın?


EU: Güzel soru. Yalnız yaşayamazdım. Yaşamak istemezdim. Etrafımda hayatımı neşelendiren insanlar olmadan yaşamak istemezdim. Bunun içerisinde ailem, eşim ve arkadaşlarım var… Hayatımı paylaştığım insanlar olmadan yaşamak istemezdim.


JD: Sana katılıyorum. Şu anda ne okuyorsun veya dinliyorsun (podcast veya sesli kitap)?


EU: Şu anda masamın yanında duran ve okuduğum kitap Osman Balcıgil’in Ezoterizm isimli kitabı. Aynı anda tek bir kitap okuyan birisi değilim. Üniversitedeki masamda, arabamda, televizyonun önündeki kanepede farklı kitaplar var. Bir kitabı alıp baştan sona okuyup bitirmiyorum. Arada geçişler oluyor… Bazen de öyle kitaplar oluyor, beni o kadar çekiyor ki bir anda okuyup bitirmek istiyorum ama genellikle iki veya üç kitabı aynı anda okuyorum.



JD: Podcast dinler misin?


EU: Dinliyorum. Son zamanlarda biraz merakımı gidermek adına Çetin Çetintaş’ı dinliyorum. Sanıyorum çok fazla dinleyerek öğrenme taraftarı olan birisi değilim. Daha fazla kendim deneyimleyerek ve okuyarak, sentezleyerek öğrenmeyi tercih ediyorum. O yüzden bu soruya dinlemem de diyebiliriz 😊.


JD: En sevdiğin tatil yeri?


EU: Senelerdir devamlı olarak Akyaka ’ya gidiyoruz. Hayatımızın bir parçası oldu. Senede bir kez, bazen iki kez oraya 10 günlük kaçışlar yapıyoruz. Doğası, denizi, rüzgârı ve yaşam tarzı hoşumuza gidiyor. Akyaka dışında gittiğimiz ve beni en çok etkileyen mekânlar arasında Kenya var. Bir kez daha gitsen nereye gidersin diye sorsalar Kenya Watamu bölgesi derim. Kesinlikle bir kere daha gidip orada yaşamayı deneyimlemek istiyorum.


JD: Ne zaman gitmiştin?


EU: Tam pandemiden önceki sene.


JD: Çok olmadı ama tekrar gitmek istediğine göre çok etkileyici olduğunu varsayıyorum, doğru muyum?


EU: Şöyle düşünün: Deniz, yükselen bir tepe, denize 100 metre mesafede bir ev. Tatilimizde yerleştiğimiz evin kendi aşçısı ve hizmetlisi vardı. Özellikle alışveriş yerleri çok yakında olmadığı için, evimizi bu iki hizmetle birlikte kiralamıştık. Tatile gittiğimiz ilk günden itibaren 10 gün boyunca ne yemek yiyeceğimizi belirledik, market alışverişimizi yaptık ve daha sonra hiçbir şeye karışmadık. Uyuduğumuz odadan çıktığımız anda kendimizi ormanda buluyorduk. Sörf merakımız olduğu için devamlı bunu yapabileceğimiz bir yer seçmiştik. Sabah kahvaltımızı yapıyor ardından malzemelerimizi alıp plaja iniyorduk. Plajda sadece biz vardık.


Sörfümüzü yaptıktan sonra yukarıya tekrar çıkıp öğlen yemeğimizi yiyorduk. Ardından oturup kitabımızı okuyor sonra tekrar sörf yapmak istiyorsak aşağıya iniyorduk. Gün batımında şarabımızı içiyor ve günü sohbetlerimiz ile sakin bir şekilde bitiriyoruduk. İşte böyle çok rahat ve hiçbir şey düşünmediğimiz sadece o günkü aktivitelerimizi planladığımız ve eğlenmek üzerine odaklandığımız bir yaşamdı. Ne pişireceğimiz o gün ne yiyeceğimiz gibi kaygılarımız da yoktu. Bu da çok güzel bir deneyimdi. Sadece orada, anda ve kendi halimizde, meditatif bir haldeydik.


JD: Efsane duyuluyor. Rüya gibi. Şimdi neden tekrar gitmek istediğini anlıyorum!


EU: Bu tarz tatiller hoşuma gidiyor. Kamp tarzı veya doğanın içinde ‘retreat’ mantığında tatiller. Örneğin Antalya’ya gidip bir otelde zaman geçirmek benim tatil anlayışıma uymuyor.


JD: Sabah ilk yaptığın şey nedir?


EU: Enteresan. Kahvaltı yapmak diyebilirim. Genelde sabah uyandığımda hatta gece yatmadan önce de kahvaltıda ne yiyeceğim diye düşünüyorum! Uyanır uyanmaz dişlerimi fırçaladığımı ve üzerimi değiştiğimi düşünmezsek, aşağıya iniyorum köpeğim Windy’yi dışarıya çıkarıp ona kahvaltısını veriyorum ve sonra da kendi kahvaltımı yapıyorum. Son zamanlarda sabah meditasyonunu hayatıma koymaya çalışıyorum ama henüz sürekliliği başaramadım.


JD: Meditasyon için kullandığın bir uygulama var mı yoksa kendin mi yapıyorsun?


EU: Kendim.


JD: Verilen veya alınan en iyi tavsiye?


EU: Anneannem ve dedemden güzel tavsiyeler aldım. Dedemin bir sözü vardır ‘’paran rezil kendin aziz’’ derdi. Bu sözü çok seviyorum. Anneannem de ‘’çok gezin be çocuklar’’ derdi. ‘’Gezin, çok gezin ve eğlenin’’ derdi.


Gülizar and Erçim at Paphos

JD: Çok güzel. Kıbrıs hakkında en sevdiğin şey?


EU: Deniz, doğa ve insanlar. Şikâyet etsek de Kıbrıs’ın insanlarını seviyorum. Deniz ve doğanın yeri de ayrı. Merkez Lefkoşa’da yaşıyoruz. Bir saat uzağımızda Trodos’a karları görmeye gidebiliyoruz. Girne’ye gitsek denizi var. Lefke’ye gitsek bambaşka bir ortam var. Mağusa’da muhteşem kumsallar var. Limasol’a gitsek çok farklı Metropolitan bir şehir, Baf’ta ayrı bir ortam ve Larnaka’da bizim yaptığımız spor aktivitelerini yani sörf yapabiliyoruz. Bu çeşitlilik özgürlüğü getiriyor.





Baf, Gülizar ve Erçim


JD: Çok güzel. Kıbrıs’ı bir bütün olarak ele alman hoşuma gitti. İyi bir kafe veya restoran önerebilir misin?


EU: Zor bir soru. Özellikle Lefkoşa’da keyifle yemek yiyebileceğim bir mekânın çok az kaldığını düşünüyorum. Kahveyi çok seviyorum. Özellikle kaliteli kahveyi. Kafe olarak Mana’ya geliyorum, kahvelerini beğeniyorum. Restoran olarak da aslında hamburger favori yemeklerimden bir tanesi fakat son zamanlarda vejetaryenliğe geçiş sürecindeyim. Haftanın beş günü vejetaryen besleniyorum hafta sonları da kaçamak gibi et tüketiyoruz. Yavaş yavaş eti azaltmaya çalıştığımız bir süreçteyiz.


JD: Sağlıktan dolayı mı yoksa etik değerlerden dolayı mı vejetaryen beslenmeye karar verdin?


EU: Etik. Tamamıyla bir canlıyı yeme düşüncesi ve hissiyatında rahatsızlık duyuyorum. Yine de belirli alışkanlıklar edindik o yüzden dengeli bir şekilde yavaş yavaş azaltarak tamamen vejetaryen olmak, o etik değere önem vermek isteklerim arasında.


Keyif alarak gittiğim mekanlar arasında İskemleci var. Saute restorana da gidiyoruz yemekleri çok kaliteli ve güzel. Lefke’de Swan of Soli de Kıbrıs’taki güzel mekanlardan biri bence.


JD: Güney Kıbrıs'ta da restoranlara gidiyor musunuz?


EU: Güney'de eskiden Piatsa Gournaki’ye gidiyorduk. Çok güzel bir yer. Larnaka’ya ve havalimanına çok yakın Pervolia diye küçük bir köyün meydanında Kokos Taverna diye bir yer var. Et yiyorsanız kesinlikle karışık kebabı öneririm.


JD: Son olarak mimarlık okumak isteyenlere tavsiyelerini dinleyebilir miyiz?


EU: Ben zamanında mimarlığı çok bilinçli seçmedim, tamamen sezgisel bir yönlenmeydi ama çok şanslıydım. Mimarlık yapmak için doğuştan gelen bir yetinin olması gerektiğine inanıyorum. Seçtiğiniz meslek ile yaşamınızın sonuna kadar yaşıyorsunuz ve yaptığınız meslekten zevk almanız ve onu sevmeniz çok önemli. Bu nedenle mimarlığın ne olduğunu çok iyi anlamak gerekiyor.


Şöyle bir realite var: çizim yapmak, maket yapmak, bilgisayar önünde uğraşmak ve insanlarla (ki bu işverenden başlıyor ve şantiyedeki ustaya, kalıpçıya, demirciye kadar gidiyor) iletişim kurmaktan zevk almak. İletişim kurmayı sevmiyorsanız veya işvereninizle konuşamıyorsanız yani onun ne istediğini anlayamıyorsanız sorun yaşayabilirsiniz. Bunu iyi anlamak ve bilmek gerekiyor. Bunlardan zevk almayacağınızı düşünüyorsanız bu mesleği sevmek çok zor ve sevmediğiniz bir meslekle yaşamak ve başarılı olmak da doğal olarak zorlaşıyor.


JD: Çok net ve temiz anlattın. Mimarlığın ne olduğunu anlamak isteyen herkese cevabımız da röportajımızda saklı. Çok ama çok teşekkür ederim. Seninle tanışmak ve seni dinlemek çok keyifliydi. Bana çok fazla şey kattın.


EU: Ben teşekkür ederim.

 

Miro Designroom (0392) 223 87 82 | 0533 820 27 56 | info@mirodesignroom.com

Hazırlayan Jasmine Dinand | jasminedinand@gmail.com

Editör Münevver Özgür Özersay | munevver@mirodesignroom.com


Mimar Erçim Uluğ | ercimulug@yahoo.com


111 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör