Tasarımcılar ile Röportajlar #5: Uğur Bahçeci
Tasarım meraklıları, tasarımcılar ve tasarım savunucuları!

Hepiniz yeni oluşumumuz ‘Tasarımcılar ile Röportajlar’ diyalog platformumuza okuyucu veya isterseniz katılımcı olarak davetlisiniz! Sizin de bizim gibi kaliteli mekân uygulamalarına dair ortak dertleriniz varsa bu seri için en az bizim kadar heyecanlanacağınızı düşünüyoruz!
Tasarımcılar ile Röportajlar serisi, adamızda içmimarlık, mimarlık, tasarım ve benzeri mesleklerle uğraşan kişilerin hikâyelerini dinlemek ve sizlerle de paylaşmak için güzel bir fırsat sunuyor. Onların ofislerine, çalışma alanlarına gidiyoruz, bir kahve eşliğinde çalışmaları, yaşamları ve gelecekleri hakkında konuşuyoruz.
Jasmine Dinand (JD): Mesleki geçmişinden bahseder misin, bugüne nasıl geldin?
Uğur Bahçeci (UB): Nostalji 😊. Her şeyin başında babam mimardı. Onun mimar olması sebebiyle mesleğe karşı bir yakınlık geliştirdim. Sonrasında da güzel sanatlarda okumak istediğime karar verdim. Güzel sanatlar içinde ilk tercihim içmimarlıktı. Hacettepe Üniversitesi’nde içmimarlığı güzel sanatlar sınavı ile kazandım.
JD: Nasıl vardın bu tercihe? Babanın mimar oluşu nasıl etkiledi seni?
UB: Açıkçası üniversite seçme dönemimde başka seçeneklerim de vardı ama sanrım lise ikideyken güzel sanatlar konusunda netleşmiştim. Bariz bir hedefim vardı. ‘Güzel sanatlar’ içinde bulunan beş bölüm arasında ilk tercihim içmimarlık olmuştu. Onu da kazandım ve gittim. Kazanamasaydım, ikinci tercihim olan grafik tasarım ile de yine mutlu olabilirdim sanırım. Yine de içmimarlığın benim için daha doğru olduğunu düşünüyorum.
JD: Üniversite nasıl bir deneyimdi? Buradan giden biri olarak ortamı nasıl deneyimledin? Gözlemlerin neler oldu?
UB: Hacettepe Üniversitesi’nin iki aşamalı yetenek sınavına girdim ve bu sınavı kazanarak okula başladım. Benim için her şey yeniydi. Daha önce aralarına dâhil olmadığım bir insan grubunun arasına gitmiştim. Çünkü Kıbrıs’ta etrafımda çok fazla sanatla ilgilenen insan yoktu. Daha doğrusu yaşam biçimi olarak sanat diye bir şey yoktu. Bu nedenle de ilk başta bir nevi kültür şoku yaşadığımı hatırlıyorum. Fakülte binamız sadece içmimarlık bölümüne ait bir bina değildi. Resim ve heykel gibi diğer bölümlerin de dâhil olduğu bir binaydı. Bu çeşitliliğin içinde olmak, hale hazırda güzel sanatlar ile ilgilenen bir grup insanın içinde bulunmak bir taraftan ufuk açıcıydı, bir taraftan da Kıbrıs’tan giden biri olarak bir nebze şok ediciydi.
Geliştiriciydi. Ve enteresandı da aynı zamanda. Fakültede tanık olduğum ve şaşırdığım birçok şey oluyordu. Örneğin diğer bölümlerden küçük işler yapan öğrencilerin işlerini kafeteryaya kurduklarını ve sergilediklerini gözlemliyordum. Bu tarz şeyler benim için yeniydi. Sonrasında tabi ki bunlar daha alışılmış şeylere dönüştü. Özetle, üniversiteye ilk gittiğim zaman daha zorlayıcı ve tamamen yeni olan bir şey ile bir yüzleşme yaşadım.
JD: Adaptasyon sürecin nasıl geçti sence?
UB: Çok zor olmadı diye yorumluyorum. O deneyime bir şekilde hazır olduğumu biliyordum. Kıbrıs’ta çok fazla sergi ziyaret etme veya sanat ile iç içe olmak gibi bir şansımızın olmayışına rağmen… Üniversitede birçok disiplinin arasında başka insanlarla aynı anda olmak ve onlarla ortak dersler paylaşmak geliştirici bir deneyimdi. Temel sanat eğitimi zaten bir sene boyunca aldığımız ortak bir dersti ama örneğin heykel bölümünden de ders alıyorduk. Kısacası, adapte olma sürecim ilk yılın yoğun ders programına ve uykusuz gecelerine rağmen genel olarak tamamdı.
JD: Okul bittikten sonra direk buraya mı geldin yoksa Türkiye’de mi kaldın? Aklında neler vardı?
UB: Okulum bittikten sonra Kıbrıs’a geldim. Aklımda çok fazla şey yoktu aslında. İlk geldiğimde ne yapacağımı bilmiyordum. İlk iş deneyimim Hasan Özyalçın ile birlikte çalışmak oldu. Hasan’ın hazır kurulmuş bir ofisi vardı. Bir süre onunla çalıştıktan sonra hayatıma üniversite girdi. Yaklaşık 10 yıl ağırlıklı olarak üniversitede ders verdim, daha seyrek de olsa proje yapmaya devam ettim.
JD: Hangi dersleri verdin?
UB: Bilgisayarla ilgili dersleri verdim ve proje dersleri verdim. Bu arada da yüksek lisansımı tamamladım.
JD: Üniversitede çalışmak nasıldı, genel olarak çalışma hayatı nasıldı? İlk gözlemlerin neler oldu? Kıyaslamalar, karşılaştırmalar yaptın mı? Neler kaldı aklında? Nasıl etkileri oldu o deneyimlerin?
UB: Anlatırken öğrenmek diye bir şey var bence. Bu anlamda öğretmenlik yapmak insanı pişiren bir şey. Özellikle proje dersleri verdiğim zaman sürekli yeni birçok şey ile karşılaşıyordum ve yeni bir şeyler düşünmek zorunda kalıyordum. Sürekli bulmaca çözdüğüm bir haldeydim. Temelinde hayal kurmak olan bu derslerde, öğrencilerle birlikte devamlı olarak o hayali aktif tutma çabamız vardı. Bunun dezavantajları da var tabi ki. Bazen bu hayalleri harcıyormuşuz gibi hissettiğim noktalar da oluyordu. Tasarım ile ilgili verdiğim ve ortaya attığım fikirler… Çok sayıda öğrenci ile bu antrenmanı yapmak bir taraftan iyi bir şey ama diğer taraftan da o fikrin kullanılmış olup da gerçeğe dönüşmeyeceğini bilmek biraz üzücü.
JD: Şu an ders vermeye devam ediyor musun? Ofis açma süreciniz nasıl gelişti? Ortak çalıştığın biri var mı?
UB: 2014 yılından itibaren üniversitede artık ders vermiyorum. O yıl, üniversite ile arama mecburi bir boşluk girdi. Sonrasında, bu boşluktan faydalanarak nasıl yeni bir düzen oluşturabilirim diye sorgularken, benzer arayışlarda olan arkadaşlarımla birlikte (iki mimar ve iki içmimar) bir ofis deneyimimiz oldu. Şu anda o dörtlüden Ürün Ekenoğlu ile birlikte aynı ofisi paylaşarak, zaman zaman birlikte, bazen de birbirimizden bağımsız olarak projeler hazırlayarak ofis hayatımıza devam ediyoruz. Bazı projelerde başka iş birliklerimiz de oluyor tabii. Ayşe Yağman ile şu günlerde birlikte çalıştığımız birkaç iç mekân projemiz var mesela… Benzer akılda birileriyle birlikte proje üretmek, uygulama yapmak insanın elini güçlendiriyor.
Önceleri Ürün ile birlikte çalıştığımız, bir apartman dairesinde bir ofisimiz vardı. Belirli bir noktada fark ettik ki bir apartman dairesinde olmak bizi pek beslemiyor. O noktada sur içi kafelerini ofis gibi kullanmaya başladık. Bu dönemde bu mekanları hem sosyalleşmek hem de çalışmak için kullandık. Daha sonra pandeminin hayatımıza girmesiyle birlikte, yeni ihtiyaçlarımız doğdu. Biraz da şansla şu anda çalışma alanı olarak kullandığımız surlariçindeki binamıza yerleştik. Yaklaşık iki yıldır buradayız. Surlariçi’nin hızlı ulaşılabilir bir yer olmaması zaman zaman bir dezavantaj olarak algılanıyor. Bizim hayata bakış açımızda, yürüyerek istediğimiz yerlere ulaşabilmek ise bir avantaj. Hatta galiba bizi burada tutan şeydir.
JD: Surlariçi’nde hayatın farklı bir düzeni, farklı bir akışı var değil mi?
UB: Evet. Örneğin Surlariçi’ne geldiğimiz zaman arabamızı bir yere park ederiz ve gitmek istediğimiz yere yürüyerek hareket ederiz. Bu aslında standart bir şehirde normal bir şeyken, Kıbrıs koşullarında çok fazla tercih edilmeyen bir şey. Fakat biz bunu ve bunu yapabilmeyi seviyoruz. Bu bölgede, bir şekilde, yaptığımız projeler de etrafımızda oldu. Tarihi doku ile çok fazla çalışma şansımız oldu.
JD: İşletmenizi veya kendini üç kelime ile tanımlayabilir misin? Veya yaptığınız işi de tanımlayabilirsin daha rahat olursa.
UB: İnsan ölçeğinde kalmaya çalışıyoruz. Yapmaya çalıştığımız şey insancıl bir şey. İnsan faktörünü yaptığımız işin dışına alarak çok büyük ve farklı bir noktaya taşımadan projeler yapmaya çalışıyoruz. Bunu daha farklı nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Yani, demek istediğim, her zaman sadece tarihi doku ile ilgilenmiyoruz. Araya giren çok fazla konut projemiz var. Ama tarihi doku ile çalışıyor olmanın hazzı her zaman bizim için bir başka.
JD: Tarzınızı nasıl tanımlarsın?
UB: Aslında bir tarzımız var demek yerine, önemsediğimiz bir tasarım yaklaşımımız var diyebilirim sanırım. Ve ayni şeyi tekrarlıyor olacağım belki ama insan odaklı bir noktadan tasarım yapmaya çalıştığımızı vurgulamak isterim. Bir tarz edinip sadece onun üzerinde düşünmek noktasında durmamaya çalışıyorum. Herkesin kendine özel talepleri var ve aslında bu talepler, yapılacak olan iş ile ilgili belirli bir fikri veya konsepti ortaya çıkarıyor. Bu da bizi bir sonraki aşamaya götüren bir şeydir. Müşterilerimiz ile çalışırken kesinlikle tepeden bakarak ‘benim yapmak istediğim budur’ gibi söylemlerle ayak diretmiyoruz. Tüm bunlar da yaptığımız projelerde çeşitliliği sağlıyor. Tek bir tarzdan, yani örneğin ‘sadece klasik yaparım’ ya da ‘minimal yaparım’ gibi bir noktadan bakmayarak, insanı tanıyarak o insana özel ne yapılabilir noktasından bakarak iş çıkarmaya çalışıyoruz.

Esas amacımız biraz da konfor ile alakalı. Konforu tasarımın içine yedirmekle alakalı. Kişisel konforu artırabilmek büyük bir artı bence! Bir içmimarın ondan iş talep eden müşterisinin hayatına bu noktada dokunabiliyor olması lazım. Konforu hissettirebilme veya o konforu bir üst seviyeye taşıyabilme ve aynı zamanda da tasarım alanında da tatmin edici bir iş yapma başarısı müşterinin kendi özel hikâyesinden veya ihtiyaçlarından gelen bir şey. Konfor veya tasarım kesinlikle bizim müşterilerimize empoze etmeye çalıştığımız bir şey değil. Bu yüzden de çeşitliliğin kendiliğinden oluşuyor ve biz de doğallığında tek bir skalada veya tarzda iş yapmıyoruz, yapamıyoruz.
Konfor derken şunu demek istiyorum. Herkes yaşadığı mekânların içerisinde belirli bir kalitede, hareket kabiliyetini maksimumda tutarak yaşamak istiyor. Bu istekleri karşılamak için, yani işimizi doğru yapabilmek için, insan faktörünün orada nasıl hareket edebileceğini öngörerek ona çözümler üretmekten sorumluyuz. Herhangi bir objenin güzelliğini yakalamaktan çok aslında kullanıcının yaşam kalitesini artırırken, buna tasarım öğeleri nasıl ekleriz diye düşünüyoruz. Yapmaya çalıştığımız şeyin özeti bu aslında.
JD: Ticari ve konut projelerde - müşteri anlamında da projenin doğası anlamında da - çalışmak arasında nasıl farklılıklar var sence?
UB: Konut, daha kişiye özel olduğu için karşındaki insanı iyi tanıman gereken ve onun hayatı için cevaplar üretmen gereken bir proje türü. Ticari, yani daha kamusal alanlarda, tasarım ve yönlendirme anlamında daha baskın bir duruşumuz olabiliyor. Kalabalık insan grubu veya kalabalık kullanıcı grubunun dâhil olduğu mekânlarda genel ve geçerli bir çözüm üretmemiz daha rahattır. Konut projelerinde daha geçirgen bir süreç vardır. Biraz senden biraz da karşındaki insandan gelen bir bilgi akışı vardır.
Bir mekân kamusal da olsa özel de olsa, bir içmimarın kimlikli bir alan yaratmak gibi ortak bir hassasiyet taşımak zorunluluğu vardır bence. Çünkü öyle ya da böyle o mekân için bir cevap üretmeye çalışıyoruz. Bu bakış açısıyla baktığımız zaman da mekânın bir grup kullanıcısı ya da birkaç kullanıcısının olmasının arasında çok büyük farklar görmüyorum.
Kamusal alanlara cevaplar üretmek, tasarım anlamında bize nispeten biraz daha özgürlük sağlıyor. Konutlarda karşındaki insanı tanıyarak, okuyarak onun hassasiyetleri doğrultusunda cevaplar üretiyor olmamız gerekiyor. Onun kim olduğu, konutun bütün özünü oluşturacak olan temel şeydir. Günün sonunda ben aradan çekildiğimde, oranın tek bir kişi, bir çift veya bir ailenin yaşayacağı bir yer olduğunu iyi biliyorum.
Bir de kamusal mekanlar sürekli değişen bir kullanıcı profiline sahip. Bu yüzden de öngörülü olup, bu değişken kullanıcıların o mekânda konforlu bir şekilde var olmalarını sağlamak ve zamansal anlamda da eskimeyen bir tasarım yapmak önemli diye düşünüyorum.
