top of page

Tasarımcılar ile Röportajlar #6: Desen Çizenel

Tasarım meraklıları, tasarımcılar ve tasarım savunucuları!



Hepiniz yeni oluşumumuz ‘Tasarımcılar ile Röportajlar’ diyalog platformumuza okuyucu veya isterseniz katılımcı olarak davetlisiniz! Sizin de bizim gibi kaliteli mekân uygulamalarına dair ortak dertleriniz varsa bu seri için en az bizim kadar heyecanlanacağınızı düşünüyoruz!


Tasarımcılar ile Röportajlar serisi, adamızda içmimarlık, mimarlık, tasarım ve benzeri mesleklerle uğraşan kişilerin hikâyelerini dinlemek ve sizlerle de paylaşmak için güzel bir fırsat sunuyor. Onların ofislerine, çalışma alanlarına gidiyoruz, bir kahve eşliğinde çalışmaları, yaşamları ve gelecekleri hakkında konuşuyoruz.



Jasmine Dinand (JD): İlk sorumuz ile başlayalım, bazı şeyleri kahvemizi içerken konuştuk benim için bir fragman oldu. Mesleki geçmişinden bahseder misin bugüne nasıl geldin?


Desen Çizenel (DÇ): Evet, seninle biraz önce kahve içerken de biraz bahsettim. Dediğim gibi, ben sanatçı bir babanın oğluyum ve sanat ortamının içinde büyüdüm. Farklı disiplinlerden sanatçıların arasında büyüdüm. Şairler, tiyatrocular, ressamlar, heykeltıraşlar ve hatta politikacılar arasında. Hayatımda tüm bu farklı disiplinlerin diyaloglarına ve tartışmalarına kulak kabarttığım dönemler oldu. Bunlar da tabi ki ister istemez bilinçaltında bir şeyleri oluşturuyor. Bu dönemlerde birikenler benim yeteneklerimi yavaş yavaş keşfedip hayatımla ilgili bir yön çizeceğim bir döneme ve gelişim sürecime çok etki etti. Bir sanat dalı, tasarımla ilgili bir alan seçeceğim kesindi.


Spesifik olarak mimarlık düşüncesi nasıl oluştu? Şöyle anlatayım. Mimar Ahmet Vural Behaeddin babamın çok yakın arkadaşıydı. Ben o dönem lisedeydim. O zamanlar Girne’de çok tatlı bir evi vardı. Çok güzel de bir bahçesi. Babamla oraya giderdik. Birkaç kere de Lefkoşa’daki ofisini ziyaret etmiştik. Ahmet Behaeddin’in mimar kimliği, karizması ve yaptığı işler bende ona karşı bir hayranlık uyandırmıştı. Giyimiyle, duruşuyla ve yaşam tarzıyla farklıydı. Sıradan bir insan değildi. Bir taraftan da baba örneği de benim için böyle bir adamdı. Babam da sürekli kendini yenileyen farklı bir kimliktir. Babamla birlikte Ahmet Behaeddin’in birkaç yapısına gittik, orada o tasarlanan mekânı hissetmek çok hoşuma gitmişti. Böylelikle mimarlığa doğru yönelmeye başladım ve Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde mimarlık eğitimime başladım.


Üniversite döneminde çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum çünkü çok iyi hocalarımız ve asistanlar vardı. Orada çok interaktif ve yakın ilişkiler içindeydik, bir aile gibiydik. Benim başladığım 1994-1995 yıllarında bölüm ölçek olarak daha küçüktü ama küçük oluşundan dolayı çok iç içeydik ve aramızda çok yakın diyaloglar vardı. Bu diyaloglar ders dışında da devam ediyordu. Hocalarımız ve asistanlar ile birlikte mimarlık ve başka birçok şeyi oturup tartışabiliyorduk. Bu çok önemli bir şey. Oradaki tartışma kültürü, benim gibi genç bir adam için çok besleyiciydi. Bir takım birikmiş bilgilere veya farkındalıklara sahip olsanız da eğitim süreci dediğimiz şey aslına baktığınızda, ‘anyayı konyayı’ bir platforma oturtamadığınız ve birtakım şeylerin havada kaldığı bir arayış sürecidir.


Üniversiteden sonra, bir UNDP projesi olan Apostolos Andreas manastırının ilk etap renovasyon projesinde bir yıllık bir deneyim edinme fırsatım oldu. Tarihi dokunun tekrardan hayata kazandırılacağı bir projeyle meslek hayatıma başlamış oldum. Bu benim ilk işimdi. Yeni mezundum ve aslında tarihi dokular ve restorasyonla ilgili herhangi bir eğitimim yoktu. Bu proje sayesinde Avrupa Birliği ile olan ilişkilerim başladı. Daha sonra restorasyon meslek hayatımda devam etmedi. Çünkü ben yeniden bir şey yapmak istiyordum. Yeniden. Benim hep istediğim mevcudu değil de olmayan bir şeyi hayata katmak ve ortaya çıkarmaktı. Tabi ki de bu proje deneyimi benim çok başka ilişkiler kurmama sebep oldu. Bu ilişkiler beni sonraki hayatımda başka yerlere sürükledi.


Derken, bu işin sonlanmasıyla bir takım dönemlik, daha küçük projeler almaya başladım. Örneğin, Colony Hotel’in bitişinde bazı detayları çalıştık. Bu projeler genellikle zaman sınırı olan küçük çaplı işlerdi. Bu işlerle meşgulken bir taraftan da içimde hep bir yerlere gitmem gerektiği hissi vardı. Bir süre bir yerlerde yaşamak istiyordum. Yurt dışında bir deneyim edinmek istiyordum. Bununla ilgili içimde hep bir ukde kalmıştı. Evet, yurt dışında gezilere katılmıştım, seyahat etmiştim belki ama günün sonunda bu adada doğup, bu adada büyüyüp, bu adada okumuştum. Hayalimdeki gibi yelpazesi geniş bir mimarlık yapmadan önce bir yerlerde yaşamam gerektiğini hissediyordum. Bunu kendim için yapmam gerektiğini biliyordum. Fakat ne yazık ki, işler ve gündeme gelen askerlik derken, o dönem bunu yapabilmek için fırsatım olmadı.


Askerden döndükten sonra, o dönem Girne Amerikan Üniversitesi, bölüm başkanı Zeynep Hanım ile birlikte bir oluşuma girdik. 2005 sonu, 2006 başlarında birlikte bir ofis kurduk: Praxis Design. Bu ekipte Zeynep Hanım, ben, Ozan ve Aslı diye iki arkadaşım ve bir de Ziya Tanalı vardı. Ziya Bey birkaç yıl önce vefat etti. Kendisi Türkiye’de çok bilinen önemli bir mimardı. Hatta son dönemlerde, Sinan ödülü alan çok değerli bir adamdı. Ziya Bey ile sürecimiz, o güne kadar yaşadığım tüm süreçler ardına (ailem, sanat ortamı ve üniversite), ikinci bir okul gibi oldu. Son derece özgür bir tasarım ofisiydik. Sanat ve edebiyat gibi birçok konunun tartışıldığı ve şarap içerek tasarım yaptığımız günler geçirdik.


Praxis Design olarak çalıştığımız iki yıllık sürecimizde birçok proje yaptık. Hatta bir yarışma projesinde aldığımız bir birincilik ödülümüz var.


Bu yarışma, Kıbrıs’taki kitle turizmine karşı, yerel dokunun daha fazla ön plana çıkarılması gerektiğini savunan ve buradaki kültürü yansıtan bir turizm modelinin (Eco-Agro turizm) yaygınlaşması için düzenlendi. Güney Kıbrıs bu konuda çok başarılı. Baf ve Trodos’ta çok güzel yerler var. Limasol’un dışında da 5 yıldızlı, kumar turizmi üzerinden dönen kitle turizmini çok göremezsiniz. Kuzey Kıbrıs’ta da o dönemler Eco-Agro turizm ile ilgili birtakım çalışmalar yapılmaya başlandı. Mimarlar Odası, Turizm Bakanlığı ve bazı dernekler bir araya gelerek Karpaz bölgesinde Eco-Agro turizmi yaygınlaştırmak amaçlı belirli arazileri seçerek bu projeyi bir yarışmayla hayata geçirmeye karar verdiler.


İşte bu yarışmada bizim projemiz birinci geldi. Tekin Turtle Beach. Yarışma ve tasarım süreçleri çok güzel geçti fakat ne yazık ki uygulama sürecinin çok başarılı olduğunu düşünmüyorum. Yarışmaya göre, biz sadece tasarımları yapacaktık, projeler seçilecekti ve oluşturulan bütçe arazileri seçilen insanlara verilecekti. Dolayısıyla arazi sahipleri uygulama sürecini buldukları ustalarla yürütmeye başladılar. Bu proje benim için çok heyecan verici bir projeydi. Turizm Bakanlığı bir ekip oluşturup projelerin uygulamalarını kontrol ve koordine ederek yürütmüş olsaydı çok daha güzel ve profesyonel sonuçlara varabilirdik diye düşünüyorum. Bunu toplantılar aracılığı ile Turizm Bakanlığı’na anlattık. Bu işin bütünlüklü bir iş olduğunu ve kontrol edilmesi gerektiğini konuştuk. Fakat maalesef olmadı.


JD: Evet, başından sonuna kadar götürmek lazımdı. Haklısın.

DÇ: Ofiste aktif mimarlık yaptığım dönem bir de yarı zamanlı olarak üniversitede proje dersleri veriyordum. Hem okul hem de ofisin iç içe olduğu çok interaktif bir süreçti. Mimarlık her zaman istediğim şey oldu fakat spesifik olarak akademide de var olabileceğimi önceden planlamamıştım. Aklımda akademik bir kariyer hiç olmamıştı. Gündeme geldiğinde kabul ettim ve tesadüfen de olsa bu kararım sayesinde Avrupa Birliği bursu ile bir seneliğine Paris’e gidebildim. Akademide olmasaydım o bursu alamazdım. O dönem bu burs sadece akademiklere veriliyordu. Başvuru için ise üniversiteden yazı isteniyordu. Bu bir yıllık programın ilk bursiyerlerindenim ve çok da ilginç bir hikayesi var.


Bir gece bir arkadaşımın doğum günü partisine katılmıştım. Orada Belçikalı Johan diye birisi ile tanıştım. Meğer kendisi burs programının destek ofisinin başında olan kişiymiş. Ne kadar ilginç değil mi? Tesadüfler… Barda onunla yan yana oturduk ve muhabbet ettik. Neler yaptığımızı konuştuk. Bir tek mimarlıkta değil başka alanlarda da bir süre yurt dışında yaşadıktan sonra bu adaya dönmenin öneminden bahsettik. Bu hakikaten de birçok şeyi değiştiriyor. Sen de bunu deneyimlemiş birisi olarak biliyorsun…


O dönem her şey artık kafama dayatmıştı! Ofisten çıkıyordum ve yolumu kaybetmiş gibi, yani nereye sürdüğümü bilmeden gidiyordum. Arabayı boşlukta sürdüğüm zamanlar hatırlıyorum. Yani bilemiyorum, kısır bir döngüde gibiydim. Tek bildiğim oradan çıkmam gerektiğiydi. Bu adanın bazen yarattığı bir sınırlanmışlık hissi oluyor. Bu adalara genelde olur.


Johan da sanırım sohbetimizden benim bu enerjimi almıştı. Memnun ve mutlu olup olmadığımı sordu. ‘Bilmiyorum ama bu adadan biraz uzaklaşmam gerekiyor’ demiştim…


Aramızda çok güzel ve enteresan bir enerji oluştu. Bana kartını verdi. Yarın ofisime gel biraz konuşalım dedi. İçki ortamı olduğu için acaba adam hakikaten ciddi miydi diye düşünmüştüm. Ama Avrupalıları bildiğim kadarıyla, ne kadar içseler de sabahtan saatinde işlerinde olurlar. Sabah olunca ofisine gittim. Birer kahve içmeye başladık. Bana Avrupa’nın neresinde yaşamak istediğimi sordu. Paris’te yaşamak istediğimi söyledim. Hep istediğim bir şeydi bu. Paris’e bir kere gitmiştim. Orada yaşamak istememin sebebi de şuydu: Mimarlık eğitimi dönemimde meşhur Fransız bir mimar olan Le Corbusier’den çok etkileniyordum. Bende kitapları vardı. Projelerinin detaylarını ve işlerini inceliyordum. Yerinde de bunları yapabilmeyi çok istiyordum.


Le Corbusier, https://www.nemolighting.com/designer/le-corbusier/


Ayrıca tabi ki, benim için Paris’te yaşamanın ayrı bir cazibesi vardı. Yıllarca bütün sanatçıların uğradığı, bütün şairlerin ve ressamların bir şekilde o şehrin havasını soluduğu bir yer Paris. Benim içimde de bunun deneyimlenmesi gerektiği hissi vardı. Yıllarca babamdan da duyduğum bir şehirdir Paris. Bazı Türk ressamların oraya gittiğini dinlerdim. Sırf orada yaşayabilmek için sürünen insanlar var. Örneğin sokak resimlerinden para kazanan sanatçılar. O şehrin atmosferinde yaşamak böyle bir şey. Böylelikle dedim ki Paris. Beni birine yönlendirdi. ‘’Onunla görüş, hazırlan, bu tarihe kadar seçtiğin okullarla yazış ve başvurunu yap’’ dedi.


Derken, kendimi bir anda valizlerle Odéon’un göbeğinde buldum. Paris benim için çok keyifli bir dönemdi. Marsilya toplu konutlarını, La Tourette manastırını, Le Corbusier’in tüm yapılarını gezdim. Orada sadece mimarlık sergileri yapan beş tane galeri ve üç tane müze var. Bu mesleği çok önemsiyorlar. Mimarlık onlar için çok değerli. Tüm bu kurumlara üye oldum. Bütün aktivitelerini bir yıl boyunca takip ettim. Konferanslar oldu gittim. Açılışlar oldu gittim. Sergiler oldu gittim. Aldığım eğitim, mesleki deneyimlerim ve son olarak da Paris sayesinde birçok şeyi pekiştirdiğim ve daha sağlam bir zemine oturttuğum bir dönem geçirdim. Mimarlık mesleğine daha fazla saygı duydum. Orada insanlar bu mesleği buradaki kadar kolay kazanamıyorlar. Çok zorlu bir eğitim süreci var. Çalışma hayatı da bir o kadar zorlu. Bunu da eğitimim yanı sıra doğan bir fırsat sebebiyle, orada çalıştığım ofiste gözlemleyebilmiştim.


La Tourette, https://divisare.com/projects/380530-le-corbusier-mary-gaudin-la-tourette

Fotoğraf: Mary Gaudin


Unite d’Habitation, https://www.arkitektuel.com/unite-dhabitation/

Fotoğraf: Paul Kozlowski

La Tourette - Fotoğraf Kaynak: Desen Çizenel


Bu ofiste, birlikte çalıştığımız mimarlardan biri Victoria Vital, Brezilya kökenli ama hep Paris’te yaşamış 40’lı veya 45’li yaşlarında bir adamdı. Avrupa’da birçok mimar bu şekilde bir ofiste çalışıyor. Kendi ofisinizi açmanız çok zor. Burada benim bu yaşımda bu kadar proje yapmam bir mucize. Paris’te olsaydım bunu hayatta yapamazdım. Kıbrıs’ın böyle ironik bir yanı var.