Tasarım meraklıları, tasarımcılar ve tasarım savunucuları!
Hepiniz yeni oluşumumuz ‘Tasarımcılar ile Röportajlar’ diyalog platformumuza okuyucu veya isterseniz katılımcı olarak davetlisiniz! Sizin de bizim gibi kaliteli mekân uygulamalarına dair ortak dertleriniz varsa bu seri için en az bizim kadar heyecanlanacağınızı düşünüyoruz!
Tasarımcılar ile Röportajlar serisi, adamızda içmimarlık, mimarlık, tasarım ve benzeri mesleklerle uğraşan kişilerin hikâyelerini dinlemek ve sizlerle de paylaşmak için güzel bir fırsat sunuyor. Onların ofislerine, çalışma alanlarına gidiyoruz, bir kahve eşliğinde çalışmaları, yaşamları ve gelecekleri hakkında konuşuyoruz.
Jasmine Dinand (JD): İlk sorumuz ile başlayalım, bazı şeyleri kahvemizi içerken konuştuk benim için bir fragman oldu. Mesleki geçmişinden bahseder misin bugüne nasıl geldin?
Desen Çizenel (DÇ): Evet, seninle biraz önce kahve içerken de biraz bahsettim. Dediğim gibi, ben sanatçı bir babanın oğluyum ve sanat ortamının içinde büyüdüm. Farklı disiplinlerden sanatçıların arasında büyüdüm. Şairler, tiyatrocular, ressamlar, heykeltıraşlar ve hatta politikacılar arasında. Hayatımda tüm bu farklı disiplinlerin diyaloglarına ve tartışmalarına kulak kabarttığım dönemler oldu. Bunlar da tabi ki ister istemez bilinçaltında bir şeyleri oluşturuyor. Bu dönemlerde birikenler benim yeteneklerimi yavaş yavaş keşfedip hayatımla ilgili bir yön çizeceğim bir döneme ve gelişim sürecime çok etki etti. Bir sanat dalı, tasarımla ilgili bir alan seçeceğim kesindi.
Spesifik olarak mimarlık düşüncesi nasıl oluştu? Şöyle anlatayım. Mimar Ahmet Vural Behaeddin babamın çok yakın arkadaşıydı. Ben o dönem lisedeydim. O zamanlar Girne’de çok tatlı bir evi vardı. Çok güzel de bir bahçesi. Babamla oraya giderdik. Birkaç kere de Lefkoşa’daki ofisini ziyaret etmiştik. Ahmet Behaeddin’in mimar kimliği, karizması ve yaptığı işler bende ona karşı bir hayranlık uyandırmıştı. Giyimiyle, duruşuyla ve yaşam tarzıyla farklıydı. Sıradan bir insan değildi. Bir taraftan da baba örneği de benim için böyle bir adamdı. Babam da sürekli kendini yenileyen farklı bir kimliktir. Babamla birlikte Ahmet Behaeddin’in birkaç yapısına gittik, orada o tasarlanan mekânı hissetmek çok hoşuma gitmişti. Böylelikle mimarlığa doğru yönelmeye başladım ve Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde mimarlık eğitimime başladım.
Üniversite döneminde çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum çünkü çok iyi hocalarımız ve asistanlar vardı. Orada çok interaktif ve yakın ilişkiler içindeydik, bir aile gibiydik. Benim başladığım 1994-1995 yıllarında bölüm ölçek olarak daha küçüktü ama küçük oluşundan dolayı çok iç içeydik ve aramızda çok yakın diyaloglar vardı. Bu diyaloglar ders dışında da devam ediyordu. Hocalarımız ve asistanlar ile birlikte mimarlık ve başka birçok şeyi oturup tartışabiliyorduk. Bu çok önemli bir şey. Oradaki tartışma kültürü, benim gibi genç bir adam için çok besleyiciydi. Bir takım birikmiş bilgilere veya farkındalıklara sahip olsanız da eğitim süreci dediğimiz şey aslına baktığınızda, ‘anyayı konyayı’ bir platforma oturtamadığınız ve birtakım şeylerin havada kaldığı bir arayış sürecidir.
Üniversiteden sonra, bir UNDP projesi olan Apostolos Andreas manastırının ilk etap renovasyon projesinde bir yıllık bir deneyim edinme fırsatım oldu. Tarihi dokunun tekrardan hayata kazandırılacağı bir projeyle meslek hayatıma başlamış oldum. Bu benim ilk işimdi. Yeni mezundum ve aslında tarihi dokular ve restorasyonla ilgili herhangi bir eğitimim yoktu. Bu proje sayesinde Avrupa Birliği ile olan ilişkilerim başladı. Daha sonra restorasyon meslek hayatımda devam etmedi. Çünkü ben yeniden bir şey yapmak istiyordum. Yeniden. Benim hep istediğim mevcudu değil de olmayan bir şeyi hayata katmak ve ortaya çıkarmaktı. Tabi ki de bu proje deneyimi benim çok başka ilişkiler kurmama sebep oldu. Bu ilişkiler beni sonraki hayatımda başka yerlere sürükledi.
Derken, bu işin sonlanmasıyla bir takım dönemlik, daha küçük projeler almaya başladım. Örneğin, Colony Hotel’in bitişinde bazı detayları çalıştık. Bu projeler genellikle zaman sınırı olan küçük çaplı işlerdi. Bu işlerle meşgulken bir taraftan da içimde hep bir yerlere gitmem gerektiği hissi vardı. Bir süre bir yerlerde yaşamak istiyordum. Yurt dışında bir deneyim edinmek istiyordum. Bununla ilgili içimde hep bir ukde kalmıştı. Evet, yurt dışında gezilere katılmıştım, seyahat etmiştim belki ama günün sonunda bu adada doğup, bu adada büyüyüp, bu adada okumuştum. Hayalimdeki gibi yelpazesi geniş bir mimarlık yapmadan önce bir yerlerde yaşamam gerektiğini hissediyordum. Bunu kendim için yapmam gerektiğini biliyordum. Fakat ne yazık ki, işler ve gündeme gelen askerlik derken, o dönem bunu yapabilmek için fırsatım olmadı.
Askerden döndükten sonra, o dönem Girne Amerikan Üniversitesi, bölüm başkanı Zeynep Hanım ile birlikte bir oluşuma girdik. 2005 sonu, 2006 başlarında birlikte bir ofis kurduk: Praxis Design. Bu ekipte Zeynep Hanım, ben, Ozan ve Aslı diye iki arkadaşım ve bir de Ziya Tanalı vardı. Ziya Bey birkaç yıl önce vefat etti. Kendisi Türkiye’de çok bilinen önemli bir mimardı. Hatta son dönemlerde, Sinan ödülü alan çok değerli bir adamdı. Ziya Bey ile sürecimiz, o güne kadar yaşadığım tüm süreçler ardına (ailem, sanat ortamı ve üniversite), ikinci bir okul gibi oldu. Son derece özgür bir tasarım ofisiydik. Sanat ve edebiyat gibi birçok konunun tartışıldığı ve şarap içerek tasarım yaptığımız günler geçirdik.
Praxis Design olarak çalıştığımız iki yıllık sürecimizde birçok proje yaptık. Hatta bir yarışma projesinde aldığımız bir birincilik ödülümüz var.
Bu yarışma, Kıbrıs’taki kitle turizmine karşı, yerel dokunun daha fazla ön plana çıkarılması gerektiğini savunan ve buradaki kültürü yansıtan bir turizm modelinin (Eco-Agro turizm) yaygınlaşması için düzenlendi. Güney Kıbrıs bu konuda çok başarılı. Baf ve Trodos’ta çok güzel yerler var. Limasol’un dışında da 5 yıldızlı, kumar turizmi üzerinden dönen kitle turizmini çok göremezsiniz. Kuzey Kıbrıs’ta da o dönemler Eco-Agro turizm ile ilgili birtakım çalışmalar yapılmaya başlandı. Mimarlar Odası, Turizm Bakanlığı ve bazı dernekler bir araya gelerek Karpaz bölgesinde Eco-Agro turizmi yaygınlaştırmak amaçlı belirli arazileri seçerek bu projeyi bir yarışmayla hayata geçirmeye karar verdiler.
İşte bu yarışmada bizim projemiz birinci geldi. Tekin Turtle Beach. Yarışma ve tasarım süreçleri çok güzel geçti fakat ne yazık ki uygulama sürecinin çok başarılı olduğunu düşünmüyorum. Yarışmaya göre, biz sadece tasarımları yapacaktık, projeler seçilecekti ve oluşturulan bütçe arazileri seçilen insanlara verilecekti. Dolayısıyla arazi sahipleri uygulama sürecini buldukları ustalarla yürütmeye başladılar. Bu proje benim için çok heyecan verici bir projeydi. Turizm Bakanlığı bir ekip oluşturup projelerin uygulamalarını kontrol ve koordine ederek yürütmüş olsaydı çok daha güzel ve profesyonel sonuçlara varabilirdik diye düşünüyorum. Bunu toplantılar aracılığı ile Turizm Bakanlığı’na anlattık. Bu işin bütünlüklü bir iş olduğunu ve kontrol edilmesi gerektiğini konuştuk. Fakat maalesef olmadı.
JD: Evet, başından sonuna kadar götürmek lazımdı. Haklısın.
DÇ: Ofiste aktif mimarlık yaptığım dönem bir de yarı zamanlı olarak üniversitede proje dersleri veriyordum. Hem okul hem de ofisin iç içe olduğu çok interaktif bir süreçti. Mimarlık her zaman istediğim şey oldu fakat spesifik olarak akademide de var olabileceğimi önceden planlamamıştım. Aklımda akademik bir kariyer hiç olmamıştı. Gündeme geldiğinde kabul ettim ve tesadüfen de olsa bu kararım sayesinde Avrupa Birliği bursu ile bir seneliğine Paris’e gidebildim. Akademide olmasaydım o bursu alamazdım. O dönem bu burs sadece akademiklere veriliyordu. Başvuru için ise üniversiteden yazı isteniyordu. Bu bir yıllık programın ilk bursiyerlerindenim ve çok da ilginç bir hikayesi var.
Bir gece bir arkadaşımın doğum günü partisine katılmıştım. Orada Belçikalı Johan diye birisi ile tanıştım. Meğer kendisi burs programının destek ofisinin başında olan kişiymiş. Ne kadar ilginç değil mi? Tesadüfler… Barda onunla yan yana oturduk ve muhabbet ettik. Neler yaptığımızı konuştuk. Bir tek mimarlıkta değil başka alanlarda da bir süre yurt dışında yaşadıktan sonra bu adaya dönmenin öneminden bahsettik. Bu hakikaten de birçok şeyi değiştiriyor. Sen de bunu deneyimlemiş birisi olarak biliyorsun…
O dönem her şey artık kafama dayatmıştı! Ofisten çıkıyordum ve yolumu kaybetmiş gibi, yani nereye sürdüğümü bilmeden gidiyordum. Arabayı boşlukta sürdüğüm zamanlar hatırlıyorum. Yani bilemiyorum, kısır bir döngüde gibiydim. Tek bildiğim oradan çıkmam gerektiğiydi. Bu adanın bazen yarattığı bir sınırlanmışlık hissi oluyor. Bu adalara genelde olur.
Johan da sanırım sohbetimizden benim bu enerjimi almıştı. Memnun ve mutlu olup olmadığımı sordu. ‘Bilmiyorum ama bu adadan biraz uzaklaşmam gerekiyor’ demiştim…
Aramızda çok güzel ve enteresan bir enerji oluştu. Bana kartını verdi. Yarın ofisime gel biraz konuşalım dedi. İçki ortamı olduğu için acaba adam hakikaten ciddi miydi diye düşünmüştüm. Ama Avrupalıları bildiğim kadarıyla, ne kadar içseler de sabahtan saatinde işlerinde olurlar. Sabah olunca ofisine gittim. Birer kahve içmeye başladık. Bana Avrupa’nın neresinde yaşamak istediğimi sordu. Paris’te yaşamak istediğimi söyledim. Hep istediğim bir şeydi bu. Paris’e bir kere gitmiştim. Orada yaşamak istememin sebebi de şuydu: Mimarlık eğitimi dönemimde meşhur Fransız bir mimar olan Le Corbusier’den çok etkileniyordum. Bende kitapları vardı. Projelerinin detaylarını ve işlerini inceliyordum. Yerinde de bunları yapabilmeyi çok istiyordum.
Le Corbusier, https://www.nemolighting.com/designer/le-corbusier/
Ayrıca tabi ki, benim için Paris’te yaşamanın ayrı bir cazibesi vardı. Yıllarca bütün sanatçıların uğradığı, bütün şairlerin ve ressamların bir şekilde o şehrin havasını soluduğu bir yer Paris. Benim içimde de bunun deneyimlenmesi gerektiği hissi vardı. Yıllarca babamdan da duyduğum bir şehirdir Paris. Bazı Türk ressamların oraya gittiğini dinlerdim. Sırf orada yaşayabilmek için sürünen insanlar var. Örneğin sokak resimlerinden para kazanan sanatçılar. O şehrin atmosferinde yaşamak böyle bir şey. Böylelikle dedim ki Paris. Beni birine yönlendirdi. ‘’Onunla görüş, hazırlan, bu tarihe kadar seçtiğin okullarla yazış ve başvurunu yap’’ dedi.
Derken, kendimi bir anda valizlerle Odéon’un göbeğinde buldum. Paris benim için çok keyifli bir dönemdi. Marsilya toplu konutlarını, La Tourette manastırını, Le Corbusier’in tüm yapılarını gezdim. Orada sadece mimarlık sergileri yapan beş tane galeri ve üç tane müze var. Bu mesleği çok önemsiyorlar. Mimarlık onlar için çok değerli. Tüm bu kurumlara üye oldum. Bütün aktivitelerini bir yıl boyunca takip ettim. Konferanslar oldu gittim. Açılışlar oldu gittim. Sergiler oldu gittim. Aldığım eğitim, mesleki deneyimlerim ve son olarak da Paris sayesinde birçok şeyi pekiştirdiğim ve daha sağlam bir zemine oturttuğum bir dönem geçirdim. Mimarlık mesleğine daha fazla saygı duydum. Orada insanlar bu mesleği buradaki kadar kolay kazanamıyorlar. Çok zorlu bir eğitim süreci var. Çalışma hayatı da bir o kadar zorlu. Bunu da eğitimim yanı sıra doğan bir fırsat sebebiyle, orada çalıştığım ofiste gözlemleyebilmiştim.
Fotoğraf: Mary Gaudin
Unite d’Habitation, https://www.arkitektuel.com/unite-dhabitation/
Fotoğraf: Paul Kozlowski
La Tourette - Fotoğraf Kaynak: Desen Çizenel
Bu ofiste, birlikte çalıştığımız mimarlardan biri Victoria Vital, Brezilya kökenli ama hep Paris’te yaşamış 40’lı veya 45’li yaşlarında bir adamdı. Avrupa’da birçok mimar bu şekilde bir ofiste çalışıyor. Kendi ofisinizi açmanız çok zor. Burada benim bu yaşımda bu kadar proje yapmam bir mucize. Paris’te olsaydım bunu hayatta yapamazdım. Kıbrıs’ın böyle ironik bir yanı var.
Daha sonra, Paris dönüşü Kıbrıs’ta kendi ofisimi açtım. İki yıl boyunca yarı zamanlı öğretmenlik yapmaya devam ettim sonrasında bıraktım. Hala daha kendi ofisimde birtakım projeler yapıyorum.
JD: Buraya hangi yıl döndün?
DÇ: 2009 sonu, 2010 başıydı. Tam 12 yıldır burada çalışıyorum. Zaman nasıl geçmiş 😊. Evet. Bu süreçte daha çok müstakil konutlar yaptım. Benim seçtiğim yol da buydu. Çok büyütmedim. Kompakt ve daha butik projelerde çalışmak istedim. İnsanların kendi canları için yapacakları, kendilerine ait özel evlerde çalıştım. Daha büyük çaplı, toplu konut gibi binalar pek yapmadım. Benim yaptığım projelerde genellikle insanlarla aramızda çok keyifli bir dostluk da gelişiyor. Bu kısmını çok seviyorum. Yapı olarak da ben biraz rahat bir insanım. Tasarım sürecinde de rahat çalışırım. Çok planlı çalışmam. Bireysel bir sürecim vardır.
JD: İşletmeni veya kendini 3 kelime ile tanımlayabilir misin? Zorlu bir soru biliyorum. Sanırım en zorlu sorumuz bu.
DÇ: Hmm. Samimi. Heyecanlı. Renkli. 😊
JD: Çok güzel. Biraz açmak ister misin?
DÇ: Açalım. Yani samimi kısmı şöyle, dediğim gibi, biz bu işi öncelikli parasal kazançlar üzerine yapmıyoruz. İnsanlara mekân yaratıyoruz ve orada duygu var. Orada samimi bir duygu olması lazım. Hayat boyu yaşayacağınız mekanları tasarlayan kişiyle kurulan iletişim içten ve samimi olmalı. Bu süreçte çok şeye şahit oluyorsunuz tabi ki. Yanımda kavga eden çiftler gördüm. Çok şükür, ayrılanlar olmadı. Başka trajik durumlar da oluyor tabi. Bunu anlatmak çok hoşuma gitmiyor ama çok sevdiğim bir ailenin evini tasarlarken, eşlerden bir tanesi vefat etti. Diğeri şu anda o evde yalnız yaşıyor.
Renkli, çünkü birçok farklı insanla tanışıyorum. Farklı karakterler. Bu mesleğin en güzel yanlarından biri de bu. Hiç tanışamayacağınız ve göremeyeceğiniz insanlarla tanışma fırsatınız oluyor ve bu öyle bir tanışma fırsatı ki, onların hayatlarına derinlemesine giriyorsunuz. Özellikle tasarım sürecinde, yaşadıkları mevcut evi gözlemlemeyi de seviyorum, bunu talep ediyorum. Beni evlerine çağırıyorlar, yemek yiyoruz ve yaşadıkları evdeki sorunsalları dillendiriyoruz. Ben de onları dinliyorum.
Heyecanlı. Ben biraz karakter olarak heyecanlı biriyim. Her tasarıma sanki yeniden en toy halimle başlarım. Her defasında yaşadığım bir korku var ‘hah bu defa tökezleyeceğim’, ‘bu sefer olmayacak galiba’ gibi garip hislerim oluyor. Bu konuda çok samimiyim, abartmıyorum. Yani ben tecrübeliyim, her şey tamam rahat olalım gibi bir düşüncem yok. Bu heyecanla bir şekilde işimi daha da sahipleniyorum. Her projeye aynı heyecanla başlıyor olmak önemli bir motivasyon.
Desen Çizenel Architects, Logo
JD: Peki, tarzını nasıl tanımlarsın?
DÇ: Ben hep daha özgün olabilmek için çabalıyorum ama bunu ne kadar yapabiliyorum çok emin değilim. En azından yapmaya çalışıyorum. Aynı zamanda kendi çizgime dair bir kimlik oluşturmaya çalışıyorum. Birazcık da bu adanın yerel dokusu, malzemesi ve bu coğrafyaya ait bazı şeyleri kendi mimari dilime dönüştürüp onları harmanlayıp yeni bir şeye dönüştürmeye çalışıyorum. Bu bizim işimizde çok da kolay olmuyor. Zor bir süreç. Hem o dili ve özgünlüğü yakalayıp hem de belirli bir yalınlığa ulaştıktan sonra bir de bunu karşı tarafa kabul ettirebiliyor olmanız gerekiyor. Talep çok önemli. Bu denge içerisinde bu işleri kotarabilmek çok da kolay değil. Bir gün umarım bunu yakalarım. Bunu yakalayabildiğimi düşünmüyorum açıkçası.
JD: Dediğin gibi çok fazla girdi var bu denklemde! Çok büyük bir denklemden bahsediyoruz.
DÇ: Evet. Kesinlikle.
Özel Villa Projesi, Çatalköy
JD: En çok kimlerden veya nelerden ilham alıyorsun?
DÇ: En çok doğadan ilham alıyorum. Bu adada yaşamaktan çok mutluyum ama bazen de sosyal ve kültürel anlamda yeterince beslenebildiğimizi düşünmüyorum. Yurt dışı gezilerinde kendimi donatmaya çalışıyorum. Bazen babamın atölyesine gidiyorum orada babamın yeni yaptığı resimleri tartışıyoruz. Babamla güzel bir ilişkimiz var. Ben ona yaptığım projeleri gösteriyorum, o da bana yeni yaptığı resimleri gösteriyor. Farklı sanat disiplinlerinin bir arada tartışabilmesi çok besleyici bir süreç. Babamın değerlendirmelerini onun objektif bakış açısını çok önemsiyorum.
JD: Tartışma kültürü, beslenme. Bu kelimeler bana en başta anlattığın üniversite ortamını hatırlattı…
DÇ: Evet. Bu konuyu en son Almanya ziyaretimiz sırasında Fevzi Bey ile de konuşmuştuk. Beslenmiyoruz. ‘’Bir araya daha fazla mı gelsek? Belirli günler mi oluştursak?’’ Diye sorgulamıştık. Bir grup mimar olarak bir araya gelsek, gündemi ve işimizi tartışsak veya yaptığımız işleri sorgulasak ne kadar iyi olur demiştik. Bu çok önemli bir şey. Bazen o kadar bir mevcut sarmalın içinde sürükleniyoruz ki çıkıp da yaptığımız işe veya hayatımıza objektif bir gözle bakabilme şansımız olmuyor. Bakamıyoruz. Bunu yapabilmek lazım. ‘Biz neredeyiz? Ne yapıyoruz?’ diye sorgulayabilmek lazım. Bunu sadece mesleki anlamda demiyorum, her şekilde. Bu adada böyle bir eksiklik var maalesef.
JD: Üniversite döneminle bu dönemi karşılaştırdığında nasıl farklılıklar görebiliyorsun?
DÇ: Çok. Kıbrıs artık çok değişti. Adamız çok kozmopolit oldu. Bu adanın o naif yanı, samimi yanı çok değişti. İnsanlar çok bireyselleşti. Kıbrıs Türkü değişti. Samimi değil. Değerler çok değişti ve farklılaştı. Paranın ve gücün getirdiği bir çerçeve var ve o etiket üzerinden yaşanıyor. Genelleme yapmıyorum ama insanların birçoğunun bu şekilde yaşadığını gözlemliyorum.
JD: Yaptığın işi yapmanın en keyifli yanı nedir?
DÇ: En keyifli kısmı tasarlamak. Tasarım yani kreatif – yani yaratı. Yaratım süreci.
JD: Baştan sona süreç nasıl ilerliyor bize tasarım sürecin hakkında biraz daha bilgi verebilir misin?
DÇ: İlk başta tasarımın başlaması için bir müşteri ile buluşması gerekiyor. Müşterinin talep etmesi lazım. Arada bir ben kendi kendimin müşterisi olup da beğendiğim bir noktaya, hiç kime ait olduğunu bilmeden kafamda bazı skeçler çizdiğim de olmuştur. Hatta bir tanesi vardı ki, Karmi’de süper, bir İngiliz’e ait bir yerdi. O dönem niyetim orayı satın almaktı fakat satmadılar. O arazi bugün hala öyle duruyor.
Sorumuza dönecek olursak, dediğim gibi sürecimiz ve işimiz müşterinin talebi ile başlıyor. İlk başta beni arıyorlar. Geliyorlar ve oturuyoruz. Ben onları dinliyorum. Onların hayallerini dinliyorum. Genellikle müşterilerimle bir formasyonun içerisinde yani ofiste değil de restoranda yemek yerken, daha sosyal ve samimi olduğunu düşündüğüm yerlerde buluşmayı tercih ediyorum. Bazen de daha önce bahsettiğim gibi, mevcut evlerinde buluşuyoruz ve onları hem dinleyebilme hem de gözlemleyebilme şansım oluyor. Buna yaklaşık bir hafta, on günlük bir süre veriyoruz.
Daha sonra belirli zaman dilimlerinde araziye gitmeye başlıyorum. Arazide biraz zaman geçiriyorum. Oradaki ışığı, gecesini gündüzünü gözlemliyorum. Bazen bazı arazilere gün doğumunda gittiğim de oluyor. Bundan hemen sonra elde skeçler yaparak tasarıma başlıyorum. Bu skeçler ilk başta karalama olarak başlıyor sonra daha detaylı çizimlere dönüşüyor ve en son da bu çizimleri renklendiriyorum. Tüm perspektifleri ve planları elle çiziyorum. Elimin yıllar içinde oturmuş bir ölçeği var. Yaptığım skeçleri üç boyuta aldığımızda oranların değişmediğini gözlemleyebilirsiniz.
Bu süreçlerden sonra oluşan bu detaylı fikir projesini (cepheleri, arazideki oturumunu, planları, yerleşimleri – koltuğuna, masasına kadar) müşterim ile paylaşıyorum. Onlara bir sunum yapıyorum. Orada hemfikir olduğumuz zaman projemizi canlandırma aşamasına geçiyoruz. Tüm projeyi teknik platforma aktarıyorum. Detaylı çizim süreçleri başlıyor ve üç boyutlu çizimleri de bitirip render aldıktan sonra bir sunum daha yapıyoruz. Bu sunumda da hemfikirsek, artık diğer teknik detaylara geçiyoruz. Isıtma, soğutma, malzemeler gibi birçok kalem işi sıralayıp sonlandırıyoruz. Sonlandırdıktan sonra ise bürokratik süreç başlıyor. Yani onay kısımları. Onları da alıp teslim edip noktalıyoruz.
Tüm bu süreçlerde müşterilerimle olan ilişkilerim çok samimi ve güvene dayalı ilerliyor. İkinci etap diyebileceğim müteahhit ve kontrollük sürecinde de müşterilerim bazen öneriler yapmamı rica ediyorlar. Bu tarz projeler için ilgili yerlerden teklifler alıyoruz. Genellikle müşterilerimle ev bitiminden sonra bile dostluğumuz devam ediyor. Bu da işimin çok sevdiğim bir yanı.
JD: Evet, renkli dediğin kısım. Hem hayatını hem işini renklendiren… Sürecin en sevdiğin kısmı nedir?
DÇ: Süreçte her zaman ilk başlar çok heyecanlı oluyor. Yani ilk buluşma ve tasarıma başladığımız süreç. Beni heyecanlandıran ve önemsediğim ikinci kısım da her şey bittiğinde ve müşterilerim evlerinde yaşamaya başladığında deneyimleri üzerinden yaptıkları geribildirimlerdir. Bugüne kadar çok mutluyum ki hiç kötü geribildirimler almadım.
JD: Peki, Kıbrıs pazarı için nasıl tasarımlar yapıyorsun, özellikle dikkat etmen gereken bir şey var mı?
DÇ: İşimi butik tuttum. Özel villalar tasarlıyorum. Bu yüzden ister istemez yıllar içerisinde bir dilim oluştu. Müşterilerim genellikle bana gelirken bunu görüp geliyorlar. Talep ettikleri ile yaptığım arasında bir uyum oluyor. Bu benim için önemli bir nokta. Bu işte en büyük referansı memnun bir müşteriniz yapabilir. Kıbrıs’ta işler böyle dönüyor. Ağızdan ağıza. Yani siz istediğiniz kadar reklam yapın, burada en önemli reklam memnun kalan bir müşterinin sizi önermesidir. Bana ‘biz bu dergiyi karıştırdık, bu yapıyı çok beğendik, hadi bunun aynısını yapalım’ diyerek müşteri gelmiyor. Hiçbir zaman öyle bir mimar olmadım. Bunu yapamam çünkü bu bana göre illüstrasyon olur.
JD: Teknoloji tasarım yapma şeklini değiştirdi mi, nasıl değiştirdi?
DÇ: Evet. Tamam. Çok güzel soru. Ben bu konuda çok özürlü biriyim. Dediğim gibi, tüm çizimlerimi elde yapıyorum daha sonra da AutoCAD’e geçiyorum. Bir tek de AutoCAD biliyorum, başka bir program bilmiyorum. Gerekli yerde hizmet alıyorum. Üç boyutlu çizimler için birinden hizmet alıyorum örneğin.
Her şeyi herkesin bilmesine gerek yok diye düşünüyorum. Üç boyutlu çizim alanında uzmanlaşmış biri duruyorken, durup da bu işleri bir mimarın öğrenip yapmaya çalışmasını etik bulmuyorum. Kesinlikle içmimarlık da yapmıyorum. Bu benim prensibim. Bazı müşterilerim bana güvendikleri için bunu benden talep ediyorlar fakat ben kesinlikle kabul etmiyorum. Bunun eğitimini almış insanlar var. Gerekli yerde gerekli hizmetleri almak gerekiyor. Ben bu şekilde çalışıyorum. Statik veya mekanik hizmetler de alıyorum. Bir işi ya tam yaparsınız ya da yapmazsınız. Her şeyi bir arada bir kişi yapamaz.
JD: Çok doğru söylüyorsun. Bu zamansal olarak da bölünmek demek, alanlarında uzmanlaşmış insanlara karşı etik de olmaz. Çok haklısın. O zaman teknoloji tasarım yapma şeklini değiştirmedi.
DÇ: Hayır. Değiştirmedi. Ben aynı şekilde tasarımlarımı elde yapıyorum. Ayrıca tasarımı bilgisayarda yapamazsınız. Tuşlarla tasarım yapılmaz. Elde yapılır. Zihin, kâğıt ve kalemle tasarım yapılır. Biz bu şekilde yetiştik. Bu şekilde daha yaratıcı olabiliyorum.
Çizimler: Desen Çizenel
Elde yapılan tüm çizimleri AutoCAD’de detaylandırıyorum ve üç boyutlu çizim aşamasına geldiğimizde, hizmet aldığım arkadaşım ile bazen modelleme takibini çevrimiçi yapıyoruz. Pandemi sayesinde böyle bir alışkanlık edindik. Üç boyutlu çizim üzerinden müşterilerimiz ile görüşürken bazen tartışma aşamasına geri dönüyoruz. Daha net ve gerçekçi bir bina görmeye başladıkları için bazen ‘bu tonu böyle mi yapsak’ gibi sorular gelebiliyor.
JD: Peki, tasarım yapma şeklinin bundan sonra nereye gideceğini düşünüyorsun?
DÇ: Uzun yıllardır aynı şekilde devam ediyor. Ben bu konuda konservatif bir adamım. Hayatımın aslında birçok yerinde bu konuda kendimi sorguladığım oluyor. Değişim şart biliyorum. İnsanlar değişiyor. Beş yıl önceki biz ile şu anki biz aynı değiliz sonuçta. Bunun farkındayım. Yine de bazı konularda, tasarım da bunlardan birisi, aynı sistemde yürümeyi seviyorum. Bir süre geçtikten sonra sanırım bazı şeyler kemikleşiyor veya kalıplaşıyor. Bunu kırmak çok da kolay değil.
JD: Gelecek için planların nelerdir?
DÇ: Ben uzun süredir bugünü yaşıyorum. Çok uzun süreli planlar yaparak yaşamıyorum. Bu biraz da bu adanın getirdiği bir psikoloji galiba. Bu da çok sorguladığım bir şey. Bu iyi bir şey mi bilmiyorum. İşimi biraz daha profesyonel bir noktaya getirmek isterim tabi ki.
JD: Karşına çıkan fırsatları değerlendirdiğin ve yeniliklere açık olduğun için hayat seni güzel yerlere götürüyor anladığım kadarıyla… Sonuca odaklanmak yerine sürece daha çok inanmalı ve güvenmeliyiz.
DÇ: Evet. Öyle gerçekten. Mimarlık eğitimi alan fakat başka noktalara yönelen ve hiç mimarlık yapmayan birçok arkadaşım var. Üniversiteden tanıdığım çok yetenekli ve yakın bir arkadaşım şu anda animasyon işi ile uğraşıyor. İnanılmaz yetenekli olduğunu düşünüyordum ve bu işi yaparak literatüre geçeceğini dünyayı kasıp kavuracağını düşünüyordum. Şu anda kısa filmler yapıyor, Kanada’da yaşıyor. Zaten şöyle bir şey de var. Ben mimarlık okudum artık mimarım diyemiyorsunuz. Bu bütün sanat dallarında böyle. Bu bir süreç. Burada bir üretim var. O kimliği size tayin eden işinizdir, üretiminizdir ve aynı zamanda üretiminizin niteliğidir. Bu niteliği de siz belirleyemezsiniz. Yani ben iyi mimarım diyemezsiniz. Bence biz de bir şekilde götürüyoruz. İyi mimarlık belki bir gün yaparız 😊.
JD: Peki, önümüzdeki birkaç yıl için beklentilerin nedir?
DÇ: Daha fazla seyahat etmek istiyorum. Dünyada görmek istediğim gitmek istediğim yerler var. Buna zaman ayırmayı çok istiyorum. Deneyimlemek istediğim bazı farklı malzemeler var. Bu çok kolay bir şey değil ne yazık ki çünkü bütçe sizden çıkmıyor. Karşı tarafın da kabullenmesiyle yapılabilecek bir şey bu. Bir de (mesleki değil ama) birazcık da kendime zaman ayırmak istiyorum.
JD: Mesleğini yapmadığın zamanlarda zamanını nasıl geçirmeyi seversin?
DÇ: Doğa ile çok ilişkili bir hayatım var. Kaldığım yer de şehrin dışında doğa ile iç içe bir yer. Zaten Kıbrıs’ta, bu adada doğadan kopuk yaşamak çok anlamsız olurdu diye düşünüyorum. Değil mi? Vakit buldukça doğa yürüyüşleri yapıyorum. Adamızın her tarafı deniz. Denize gitmeyi seviyorum. Babam her sabah (hala daha) denize gidiyor. Bana da her zaman çok şey kaçırdığımı söylüyor. ‘Her sabah denize gel, hayatın çok değişecek’ diyor. Her yaz bunu yapacağıma dair kendime söz versem de henüz bunu başaramadım. Ne yazık ki çok planlı çalışmadığım için (bazen gece yarılarına kadar çalışıyorum) sabah kalkıp da rutin bir şekilde sabah denizi yapamıyorum.
Bunlar dışında arkadaşlarımla bir yerlerde buluşup bir şeyler içmeyi ve sohbet etmeyi seviyorum. Hobilerim var mı? Benim işim aynı zamanda hobim sanırım. Son dönemlerde hobi edinmek konusunu da düşünüyorum. Hobilerimi artırıp daha fazla sosyalleşmem gerektiğini düşünüyorum.
JD: Ne olmadan yaşayamazsın?
DÇ: Samimi ilişkiler benim için çok önemli. Bu benim çok önemsediğim bir şey. Sevdiğim dostlarım ve sevdiğim insanlarla olan ilişkilerimin varlığı çok önemli. Çok klişe bir cevap olacak ama böyle.
JD: Şu anda ne okuyorsun veya dinliyorsun?
DÇ: Son dönemde Alain de Botton’un Aşk Üzerine diye bir kitabını okudum. Çok enteresandı. Romantik bir kitap değil, aşk üzerine yazılmış son derece bilimsel bir tez. Tavsiye ederim. Onun dışında da biyografiler okumayı veya psikolojik kitaplar okumayı seviyorum. Son dönemlerde roman okuyamıyorum.
JD: En sevdiğin tatil yeri?
DÇ: Paris’te yaşadım. Avrupa’nın olabildiğince yerini gezebildiğim kadar gezdim. Çoğu aynı hissettirdi. İki yıl önce gittiğim bir Kapadokya seyahati beni bambaşka bir şeye sürükledi. En keyifli tatillerden biriydi. Kapadokya inanılmaz bir yer. Mardin’i de ziyaret etmek istiyorum. Geleneksel bölgeleri, buraların yerel dokularını ve yemeklerini seviyorum. Mardin’de restore edilmiş konaklar var, oraları görmeyi çok istiyorum.
Avrupa’da daha çok güzel müze gezersiniz, güzel kentler gezersiniz ama hemen hemen aynı hamburgeri yersiniz. Ben yemek yemeyi, farklı lezzetleri çok seviyorum. Bu arada, bu bir hobi mi bilmiyorum ama aklıma geldi, yeni açılan restoranları denemeyi ve güzel içkiler denemeyi de seviyorum. Şarabı da çok seviyorum. Özellikle şarap ailemden gelen bir gelenek olduğu için hayatımın çok önemli bir noktasındadır.
JD: Çocukluğumdan hayal meyal hatırlıyorum. Büyük Han’da bir yeriniz vardı değil mi? Biraz anlatır mısın?
DÇ: Ailem, baba tarafım ve dedem Malya’lı. Dedem şarapçıydı. Orada bağları vardı. Savaştan sonra Kırnı bölgesinde bir bağ ektiler. Evin altında da mahzen yaptılar ve orada şarap üretiyorlardı. Büyük Han restore olduktan sonra o odalar kiralanacaktı. Dedem de o zaman hayattaydı, şarap üretmeye devam ediyordu. Babam bir gün dedi ki ‘Büyük Han şahane, otantik bir mekân, Kıbrıs’ta da hiç şarap evi yok’. Bu şekilde başladık ve o dönem şarap evimiz çok tuttu.
Şarap ve peynir ikram ettiğimiz bir mekânımız vardı. Hayatımızın bir dönemine dair çok önemli bir enstantaneydi. Tabi ki her zaman şarap hayatımızın bir yerinde olmaya devam ediyor. Çocukluğumuzda nezle olduğumuz zaman dedem bizi mahzene götürür ve fermente olan şarap fıçılarını koklatırdı. Tüm genzimiz açılıyor, hiçbir şeyimiz kalmıyordu.
JD: Sabah ilk yaptığın şey nedir? Her gün değişir demeni bekliyorum!
DÇ: Evet! Son dönemlerde… Kalkamamak. 😊😊😊 Özellikle son dönemlerde gece çalışıyorum.
Sosyal medyada türeyen hayat koçları vardır ya. İnsanlara sürekli bir şeyler dikte ediyorlar. Belli ki çok mutsuz insan var. Mutlaka mutlu olmak için sabah kalkın, bu egzersizi yapın, şunu yapın, şunu yiyin, her gün bu kadar litre su için gibi bir takım şartlanmış, mutluluğu tanımlayan ve ‘’sağlıklı’’ insan profili çizen şeyler anlatıyorlar. Herkes de buralarda mutluluk arıyor. Bunu yaparsam çok daha iyi yaşayacağım diyorlar. Evet, tamam. Spor ve hareket çok önemli ama ben hiçbir zaman o rutinde olan bir insan olmadım.
JD: Verilen veya alınan en iyi tavsiye?
DÇ: Zor bir soru. Çok var. Bazen kendi kendime de verdiğim tavsiyeler de var tabi ki çünkü hayatta her şeyi deneyimleyip hatalarla öğreniyoruz. Yani mesela kendi kendime ‘artık şunu şunu yapma’ diyorum, ‘bak öğrendin ama yine yapıyorsun!’ diyorum. 😊
Yıllar önce biri bana bir kitap hediye etmişti. İçerisinde ‘hayatı teğet yaşamaman dileğiyle’ yazan bir not vardı. Bazen çok korunaklı oluyoruz. Bir şeylerin içine girmiyoruz. Bunun sebebi yetiştirilişimiz veya geçmişte yaşadığımız travmalar olabiliyor. Hayat bazen bizi böyle korunaklı bir hale sokabiliyor ama bunlara rağmen bazen sonucu ne olursa olsun bir şeyleri göze alarak da yaşayabilmek gerekiyor.
JD: Çok güzel bir dilekmiş, kim yazmışsa çok güzel yazmış. İyi bir okuma veya çalma listesi önerebilir misin?
DÇ: Alain de Botton’un dilini çok seviyorum. Başka yazarlar da var aklımda ama bu adamın bakış açısını çok seviyorum. Son dönemlerde olabildiğince kişisel gelişim kitaplarından uzak duruyorum. Bana artık çok yavan hissettiriyorlar. Sanki birileri bundan rant çıkarıyor. İnsanların ihtiyacı olan konular üzerinden ciddi paralar dönüyor. Bu da bana samimiyetsiz geliyor. O yüzden de Alain de Botton gibi samimi bir yazarı okumak bana hem gerçekçi hem de hayata dair geliyor. İzlediğim filmlerde de bunu arıyor ve seviyorum. Amerikan senaryolarını çok sevmiyorum. Avrupa filmlerini veya etnik filmleri daha çok izliyorum.
JD: Spotify mı Youtube mu?
DÇ: Spotify’ı çok kullanamadım. Dediğim gibi teknoloji ile aram çok iyi değil biliyorsun. Özellikle dinlediğim bir tarzım yok. Eski rock müziklerini çok seviyorum. Hala daha Queen beni çok iyi hissettirir. Freddy Mercury’nin sesinin tonajı ne zaman dinlesem enerjimi çok değiştiriyor. Pink Floyd da aynı şekilde. Bu grupların ürettiği müzikteki kalite bambaşka bir şey. Yeni müzikleri çok sevmiyorum ama şu anda aklıma gelmese de dinlediklerim var.
JD: Kıbrıs hakkında en sevdiğin şey nedir?
DÇ: Bu adayı seviyorum. Doğasını, insanlarını. Bu adada yaşamaktan mutluyum. Her şey ulaşılabilir. İşteyken canınız sıkıldığında bir dağa çıkayım biraz çam havasında yürüyüş yapayım diyebiliyorsunuz. Böyle bir lüks hiçbir metropol kentte yok!
JD: Evet seni İstanbul gibi bir şehirde hayal edemiyorum!
DÇ: İmkânsız! Hele İstanbul. Asla. Başka bir yerde yaşayacak olsam orası kesinlikle İstanbul olmaz. Aslında Avrupa’da da insanların çok mutsuz olduğunu düşünüyorum. İmkanların çok olduğu bir lokasyon olsa da insanların mutsuzluğunu görebiliyorsunuz. Biz burada çok zenginiz. Evinizden çıkıp gün batımını izleyebileceğiniz bir yere yarım saatlik bir sürede ulaşabiliyorsunuz. Biliyorsun, yurt dışında da bulundum. Paris’te kalsaydım orada mimarlık yapabilir miydim bilemiyorum. Yapsam da yıllarca çalıştığım büyük bir şirkette belki bir yerlere gelip emekli olup giderdim herhalde. Ama burada ismimle bir kimlik oluşturabildim. Bu bana göre çok önemli bir değer. Yaptığım binaların önünden geçen tanıdıklarım bana şöyle söylüyorlar ‘Desen, geçenlerde senin binanı gördük’ diyorlar veya ‘o senindi değil mi Desen?’ diye soruyorlar. İşlerimin tanınması ve bunun hissettirdiği duygu hiçbir maddi şeyle karşılanamaz. Bu his çok özel ve bu ada bana bunu sağlıyor.
JD: Evet. Kendini gerçekleştirebilme fırsatı. İyi bir kafe veya restoran önerebilir misin?
DÇ: Geçenlerde Casana Hisarüstü’nde mürekkep balıklı bir makarna yedim. Çok hoşuma gitti. Serart’ı da denemeyi çok istiyorum. Fez’i seviyorum. Çok özel bir menüsü olmasa da atmosferini çok seviyorum. ‘Fine and dine’ yerleri de seviyorum. Örneğin Bellapais Gardens iyi bir restorandır. Orada güzel bir biftek yiyebilirsiniz. Fakat orada bir formasyon var. Genellikle ben daha rahat olabileceğim samimi yerlerden yana tercihimi kullanıyorum. Tatlısu’da Eagle Nest diye bir yer var, orası da çok güzel, deniz kenarında köşe bir noktada bulunuyor.
JD: Son bir soru – mimarlık okumak isteyenlere verebileceğin bir tavsiye var mı?
DÇ: Vazgeçsinler! 😊😊 Şunu söyleyebilirim. Çok zor bir iş. Hakikaten çok zor. Mimarlık kendinizden ödün verdiğiniz bir iş. Özellikle derdiniz işin sanatsal kısmı ise ve bunun peşinden koşmak istiyorsanız hayatınızı maddi yönden dengelemek çok daha zor olabiliyor. Bu işi daha çok ticari bir boyutta da yapabilirsiniz. Özellikle mimarlık mesleğinde, işin ya tasarım kısmında ya da üretim kısmında olunması gerektiğini ciddi şekilde savunanlardanım. İkisi bir arada olmaz.
Bu işi Kıbrıs’ta yapmak çok kolay değil diye düşünüyorum. Bu işten para kazanarak bir aile geçindirmek ve belirli bir hayat kalitesi yakalayarak bütün bunları dengeleyebilmek çok zorlu.
Babamı yıllardır görüyorum, biliyorum. Bu adada hayatını ressam olarak kazanan bir adam. Kıbrıs’ta birisi ‘ne okuyacaksın?’ diye size sorduğunda, ‘resim’ diye cevap verirseniz ‘e yok yahu niye resim okuyacaksın, para kazanamayacaksın’ diye cevap alırsınız. Böyle bir bakış açısıyla meslek tercihi yapamazsınız zaten. Bu bana çok yanlış geliyor. Olaya bu bakış açısından bakarak çok sınırlayıcı ve çok dünyevi bir noktadan bakmış oluyorsunuz. Bu mesleği, yani mimarlığı veya aslında herhangi bir mesleği seçerken çok önemli bir noktayı unutmamalıyız diye düşünüyorum: O mesleği her şeye rağmen göze almak. Bunu gerçekten içinizde hissedebiliyorsanız ve yapacağınıza inanıyorsanız o zaman o mesleğini seçin. Birçok kez şahit olduğum bir durum, söylem var. Mimarlıkta iyi para kazanılır. Bu kadar basite indirgeyip böyle bir öncelik üzerinden bu iş seçilmez. Bu şekilde düşünenler çoğunlukla yapamıyorlar zaten. Orta eğitimden başlayarak çocukları meslek tercihleri konusunda doğru yönlendirmenin çok önemli olduğunu da belirtmek istiyorum.
JD: Peki çok çok teşekkür ederim.
DÇ: Bu kadar mı? Bitti mi?
JD: Evet. Çok keyifli oldu. Eklemek istediğin herhangi bir şey var mı?
DÇ: A süper. Ben de çok mutlu oldum. Ben teşekkür ederim. Yok 😊.
Miro Designroom (0392) 223 87 82 | 0533 820 27 56 | info@mirodesignroom.com
Hazırlayan Jasmine Dinand | jasminedinand@gmail.com
Mimar Desen Çizenel | dcizenel@gmail.com
Comments