top of page

Kim kimin sahibi? Siz mekanlarınızın mı yoksa mekanlarınız sizin mi?

Güncelleme tarihi: 20 Haz 2022

İki yas ortasında

Yıl 2007’ydi. Babamızı kaybedeli iki yıl olmamıştı bile.

Yasımız tazeydi.

Annemizin kanseri ise nüksetmişti. Biliyorduk.

Vedamız çok yakındı.


İstikrarlı mimar çiftler

İstanbul’dan gelen telefondaki sesi duyuyordum. Ses şöyle diyordu:

Siz bu işi yaparsınız. Çok rahat yaparsınız. Mimar çiftler istikrarlı olur. Çıkın gelin fuara. Fabrikaya da gideriz. Her şeyi gözlerinizle görürsünüz. Ona göre karar verirsiniz...”


Balayı = fuar ve fabrika ziyareti

Düşünmüştük. Şubat başı nikahımız vardı. Ama içimiz darmadağındı. Üzgündük. Eğlenmeye bile halimiz yoktu. ‘Balayımızı yakmak yerine bari fabrika ziyareti yaparak geçirelim’, demiş ve İspanya’ya biletlerimizi almıştık.


Fotoğraf 1 - Aparici kuşbakışı fabrika


Planımız çok netti. Barcelona’ya uçacaktık. Araba kiralayıp Cevisama fuarını ziyaret etmek için Valencia’ya geçecektik. Fuardan sonra da Castellon yakınlarındaki Aparici fabrikasını ziyaret edip, Barcelona’ya dönecek ve Kıbrıs’a geri gelecektik.


Dünya mı çok büyük yoksa Kıbrıs çok mu küçük?

Fuar devasaydı. Cevisama- Avrupa’nın en büyük seramik fuarı! Hatırlıyorum. Gezerken edindiğim ilk izlenimler, attığım her adımda şakacı bir isyana dönüşmüştü. Bir hayal kurup hem söylenmiş hem de eğlenmiştim: ‘Bu fuarda sergilenen seramikleri toplayıp Kıbrıs’a götürsek’, demiştim kendi kendime, ‘yapılmakta olan tüm binaların zemin ve duvarlarını kaplayamaya kesin yeterli olurlar! Ölçek işte, ölçek!


Fotoğraf 3,4 ve 5


Sergilenen ürünlere (çoğunluklu olarak seramikti hepsi) hayran kalmıştım. Sergileniş şekillerine de. Hepsi rengarenk ve çok güzeldiler. Yan yana gelişleri çok özenli ve anlamlıydı. Geçiş detayları çok iyi tasarlanmıştı. Bir arkadaşımın tabiri ile her şey çok ‘temiz tertipli’ idi. (Canım Emre oralarda mısın?)


Akın akın insanlar geliyor, fuar binasına giriyorlardı. Adeta başım dönmüştü. Anlamaya çalışıyordum. Hepsi hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. ‘Nasıl bu kadar capcanlı olabiliyorlardı? Bu güzel enerjiyi nereden buluyorlardı? Yoksa bir tanesinin mi bile kanser denen hastalıktan haberi yoktu? Kıbrıs sorununu da mı duymamışlardı?’


Fotoğraf 5 ve 6


Kibar Nati

İlginç bir adam vardı. Adı Maxim’di. Bize onu Aparici’nin sahibi olarak tanıştırmışlardı. Dışardan görünüşü küçüklüğümde kafamda canlandırdığım fabrikatör imajı ile hiç örtüşmüyordu. Zayıf uzun boylu çok hareketli birisiydi. Çok da güler yüzlü. Mütevazi. İçten. Dost canlısı. Bir de muhteşem bir kadın vardı. Adı Nati. Satış profesyoneli ne demek ilk kez bunu Nati’de görmüştüm. Önceleri onu şirket sahibesi sanmıştım ama ilerleyen sohbetlerde, uzun yıllardır kıdemli bir Aparici çalışanı olduğunu anlamıştım. Nati’ye âşık olmamak elde değildi. Aydınlık yüzü, kibarlığı, kendini ifade etme şekli, işini ve insanları sevdiğini bariz belli eden halleri; ekip arkadaşlarına, müşterilerine veya ürünlerle ilgilenen tüm kişilere yaklaşımı... Saygılı bir mesafe eşliğinde gösterdiği insancıllık, samimiyet... Nati’ydi işte. Nati.


Ticaret

Kendimi bildim bileli, her zaman kapitalizm, sosyalizm, işçi sınıfı, devrim ve benzeri konular o dönemin sıcak gündeminde olan konular arasındaydı. Sosyalizm- ah o ulaşılması arzulanan güzel günlerin diyarı! Kapitalizm – ah o görünmez olan ama yenmek için mücadele edilmesi gereken büyük düşman!


Fotoğraf 7 - 1980'lerden


Ticaret de benzer bir şekilde, içinde büyüdüğüm sol görüşlü zümrenin bakış açısı ile ‘Ali’nin külahını Veli’ye, Veli’nin külahını Ali’ye giydirerek’ götürülen bir işti. Bir başka deyişle, kendi sermayesi olmamasına rağmen, bir kişiden aldığı parayı, diğer kişiye vererek yapılmaya çalışılan, aldatma/kandırma da içeren, çoğunluğun iyiliğini değil, bireysel çıkarları ön planda tutan bir iş etiğine (veya etkisizliğine) atıfta bulunan ve pek de soylu sayılmayan bir meslek... Ne Maxim, ne Nati, ne de Aparici ekibinin geri kalanı bu tür ticaret insanı tanımına uymuyordu. Aklım karışmıştı. Burada yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ama acaba neydi?


Fotoğraf 8, 9 ve 10 - Aparici Fuar


Fabrika

2007 öncesi benim için ‘fabrika’ = ‘işçi sınıfının ölesiye çalıştırıldığı ve sömürüldüğü yer'e denk gelirdi. Eşitsizlik sembolüydü. Ama yine 2007 öncesi benim için ‘fabrika’ = ‘emek en yüce değerdir’ kavramından yola çıkarak en çok saygı duyduğum şeylerden birinin; ‘üretimin’ en belirgin şekilde gerçekleştiği tapılası bir mekândı.


Fotoğraf 11 ve 12


Fabrika ziyareti

Castellon’da fabrikayı gezdirmek üzere bizi iki ayrı binaya götürdüler.


İlki geleneksel seramik üretiminin yapıldığı bir yerdi. Burada, kırmızı toprağın yaşadığımız mekanları rengarenk kaplayan malzemeye dönüşüm yolculuğunu incelemek çok ilginçti. Fırınlar. Fırınlar, fırınlar. Ateş. Toprak. Renk. İnsan eli. Tasarım ekibi ve üretim işbirliği. Kalite kontrol. Kırılan ve geri dönüşüm kutusuna atılan seramikler. Isı. Isı ayarı ve süreklilik... Ve yine insan. Koordinasyon. İş birliği.


Fotoğraf 13


İkinci fabrika binası birincisinden çok farklıydı. Adımımı attığım ilk andan itibaren kendimi gotik bir katedralde gibi hissetmekten alamamıştım. Mekân çok büyüktü. Tavan çok yüksekti. Teknoloji çok güçlüydü. Etrafta bizden başka tek bir insan yoktu. İç hacmi çok yüksek bir mekandı. İçinde silolar gibi farklı toprak çeşitlerinin bulunduğu metal silindirik kuleler vardı. Ara ara bir ‘dit dit’ sesi duyuluyordu. Sesin geldiği yöne baktığınızda yerde kendi kendine hareket eden kare platformlar şeklinde robotlar vardı. Bunlar programlanış şekillerine göre kimi zaman gidiyor toprak dolu kasaları alıyor fırınlara götürüyor, kimi zaman biz ne yaptıklarını anlamasak da bir noktadan diğerine hareket ediyorlardı. Tüm renkler tek tondaydı ve griydi. Bu sür-reel ortamda, hiç beklemediğimiz bir anda yaşlı bir adamcık, eski siyah bir bisikletin pedallarını yavaşça çevirerek önümüzden geçti. Ağır çekim bir film izler gibiydim.


Fotoğraf 14 (Modern fabrika içi)



Gotik Mimari

Fotoğraf 15 ve 16 (Prag Gotik Katedral) ve 15 (Prag Gotik Katedralin İçi)


‘Panelaky’ = Panel Apartmanlar

Çekoslovakya’ya 1984 yılında mimarlık okumak için gittiğimde on altı yaşındaydım. Gittikten ancak tam iki ay sonra on yedinci yaşımı doldurmuştum. O zamanlara hâkim sosyalist düzenin ve toplumunun mimarlığını anlamam için öncelikle mevcut aksaklıkları ve bu aksaklıkların sebeplerini kavramam gerekiyordu. Bunu yapabilmek için çok genç ve deneyimsizdim. Ama fark ediyordum. Yapılı çevre, bu aksaklıkların somutlaşmış haliydi. Kendi yaşadığım yurt, yurt binasının içi, arkadaşlarımın kaldığı ‘panelak’ dedikleri panel apartmanlar... Hepsi, dünyaya sunulan ‘Prag’ ve ‘Çekoslovakya’ imajının çok dışında hayatlara ve mekanlara işaret ediyorlardı. Bu mekanları okumak, yorumlamak ve onların içinde yaşamak çok eleştirel bir bakış açısı geliştirmem için sağlam bir zemin oluşturmuştu.

Fotoğraf 17 (kaldığım yurt) ve 18 (panelak ve eski ev)


Dönüştüren sorular

Bu eleştirel bakış açısının çerçevesinden bakınca küçüklüğümden süzdüğüm kalıplaşmış bir düşünceye - ‘mimarlık sermayenin hizmetinde bir meslektir’ - bir başka düşünce de eklenmişti - tasarımcılı veya tasarımcısız tüm mekanlar sadece kullanıcılarının değil içinde bulundukları politik sistemin de yansımasıdırlar. Mimarlık eğitimi alan birisi olarak, mezun olduğumda yapı üretim sanatının yaşama geçiren zincirin ancak sadece bir halkası olabileceğimi anlamıştım. Buna paralel olarak da doğallığıyla içimde birçok soru belirmişti. Mekanları mimarlardan başka kimler yapar? Mekanlar kime ait? Mekanlar kimindirler? Mekanların sahipleri kimlerdir?


Fabrika ve Miro’ya dönecek olursak…

Yukarıdaki soruları sorduğum yıllar 1989’lu yıllardı. 20’li yaşlarım… Aparici fabrikası ziyaretini gerçekleştirdiğimiz yıllarda ise 40 yaşında olmuştum artık. Mimarlığı sorgularken, iş insanı olmanın farklı boyutlarını, üretimin yanında ticareti, girişimciliği da daha birçok şeyi sorgular hale gelmiştim. İşte o gün kendimi ‘üretimin bir seyircisi’ konumunda bulduğum o fabrika mekanlarında daha başka birçok soru kendini göstermeye başlamıştı…


‘Satış olmaz ise üretime ne olur? Üretilen ürünler satılamaz ise onlara ne olur? Üretim ve tüketim arasında ne gibi bir ilişki var? Bina malzemeleri tüketilebilir midirler? Peki bu zincirin içinde bir mimarın durduğu yer neresidir? Bu duruşa alternatif duruşlar oluşturmak olası mıdır?’


Bu sorulara cevap olarak yapı malzemeleri üretimi ile nihai tüketici olmasa da ‘kullanıcı’ arasında bir köprü olmak (en azından olmayı denemek) bana anlamlı gelmişti. Üretim, ticaret ve tasarım arasında melez alanlar olabileceğini ve bu alanların kendi coğrafyamla örtüşebileceğini ümit etmiştim.


Daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir toplum için mimarlığı bir dönüşüm aracı olarak kullanmanın mümkün olduğuna inanıyorum. Bunu kimsenin bir başına yapamayacağının, birlikte hareket etmeyi bilmiyor veya sevmiyor olsak da, güzel bir değer yaratma uğruna öğrenmemiz gerektiğinin çok bilincindeyim.


Miro’nun kuruluşunun üzerinden on beş yıl geçti. Halen her gün beni birçok soru ziyaret ediyor. Ancak artık soruların cevaplarını dışarıda değil içeride, kendi içimde aramam gerektiğini çok iyi anladım. Ursula Le Guin’in Mülksüzler kitabında okuduklarımı kendime ilham olarak alıyorum.

"...Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim'i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir."

Ruhumda devrim yapabilmek için Miro inanılmaz güzel bir laboratuvar. Çünkü hangimiz bilmez o tatlı duyguyu? Beraber hayal kurabilmek güzeldir. Miro’ya gelen her yeni kişi ve onun hayallerine konuk olmak, onun hayalleri için, onun gönül rızası ile araştırma yapmak ve onları gerçeğe dönüştürebilmek için en uygun, en optimal malzemeyi bulma çabası içine girmek beni çok mutlu ediyor. Çünkü biliyorum - yanlız veya beraber fark etmez- sadece hayal kurdukça ve kendi hayallerimizi yaşama geçirebildiğimiz oranda ancak bizi sarmalayan sistemin cılız bir uzantısı olmaktan kendimizi kurtarıp mekanlarımızın öz sahipleri olmaya doğru ilerleriz...


Fotoğraf 19 - Aparici Alhambra Serisi


Fotoğraf 20 (Aparici Cabana Serisi), 21 (Aparici Vivid Serisi) ve 22 (Aparici Cotto Serisi)

Fotoğraf 23 (Aparici Altea Serisi)


Buraya kadar sabırla okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Son olarak yazıyı bitirirken, başlıktaki yazıyı, yüzümü size dönerek bir kez daha sormak isterim:


Sizler bu konuda ne düşünürsünüz? Mekanlarınızın sahibi sizler misiniz? Yoksa mekanlarınız mı size sahip?


Bir sonraki blog yazısında yeniden buluşmak üzere… Sevgiyle…


 

Yazan: Münevver Özgür Özersay

Miro Designroom, Kurucu Direktör, Mimar, Bireysel Projeler Satış Koordinatörü

munevver@mirodesignroom.com


Fotoğraf Kaynakları:


Fotoğraf 19-23: www.aparici.com


İletişim: 0392 223 87 82 | 0533 820 27 56 | info@mirodesignroom.com


98 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page